Milli Ekonomi Modeli
Prof. Dr. Haydar Baş

A) SOSYAL GÜVENLİK

ILO’nun 1952 tarih ve 102 sayılı sözleşmesinde 9 ayrı sosyal ve ekonomik risk sıralanmaktadır. Bunlar sırası ile “yaşlılık, malullük, ölüm, iş kazaları, meslek hastalıkları, hastalık, analık, işsizlik ve aile yardımları”dır.

Sosyal Devlet / Milli Devlet’in tarif ettiği sosyal güvenliğin farklarını ortaya koymak için şu ana kadar Batı dünyasında ve ülkemizde uygulanan Sosyal Güvenlik anlayışlarına kısa bir göz atalım. Bilinen Sosyal Güvenlik uygulamalarında, sosyal güvenliğin finansmanı üç yerden karşılanır. Birincisi işveren, ikincisi işçi, üçüncüsü devlettir. Gerçi ülkemizde sadece işçi ve işveren üzerine mali külfet yüklenmiştir; ama dünyadaki uygulama bu üçlü üzerine oturur.

Burada iki ayrı ekol vardır; birincisi, Kıta Avrupası’nın tarzı ki, Sosyal Güvenlik için alınan katılım payları ve vergiler daha yüksektir. Ama daha fazla Sosyal Güvenlik desteği verilmektedir. Kıta Avrupası’nda kamu harcamalarının GSYMH’ya oranı % 50 düzeyindedir.

İkinci ekol ise, Anglo Sakson tarzı, yani ABD’nin uyguladığı modeldir. Burada daha az vergi, ama daha az Sosyal Güvenlik desteği vardır. ABD’de kamu harcamalarını GSMH’ya oranı % 35’ler düzeyindedir.

Gelişmiş kabul edilen ülkelerde Sosyal Güvenlik harcamalarının GSMH’ya oranı % 25 ile % 35 arasında değişirken; geri kalmış ülkelerde bu oran, % 3 ile % 5 arasındadır. Bilinen Sosyal Güvenlik harcamalarının üç mali kaynağı olduğunu söylemiştik… Devletlerin sosyal güvenliğe katkısı ise, İngiltere de % 43.9, Almanya da  % 26.6, Fransa’da 21.5 düzeyindedir (1).

Pirim ağırlıklı sistemlerde devlet katkısı daha düşüktür; ama vergi oranları da buna bağlı olarak diğer modele göre fazla yüksek değildir. Vergi ağırlıklı sistemlerde ise devletin katkısı daha yüksektir; ama vergiler de ona bağlı olarak daha yüksektir. Devletler, Sosyal Güvenlik için ihtiyaç duyduğu finansmanı yine vatandaşlarından karşılama yolunu tercih ederken, adeta “bir çeşit özel sigorta kurumu” gibi davranmaktadırlar.

1929 yılından sonra Keynesyen politikalar uygulayan ülkeler, kamu harcamalarını arttırarak piyasadaki durgunluğun önüne geçmeye çalışırken; Sosyal Güvenlik harcamalarını da arttırdılar. Aynı zamanda genişleyici maliye politikaları için faizli borç para ile bütçe açıklarını finanse etme yoluna giderken, yüksek vergiler ile de bu açıklarını kapatmaya çalıştılar.

1980’den sonra artan işsizlik oranı ve yaşlanan nüfus, her iki taraftan “aktüaryel denge”yi (aktif sigortalıların / pasif sigortalıya oranı) daha da bozdu; yani, hem daha fazla insan Sosyal güvenlikten istifade ediyordu, hem de daha az birey pirim ödüyordu. Avrupa’da 65 yaş üzeri kesim, 1999 yılında % 19 iken, 2010 yılında bu oranın % 25 olacağı tahmin edilmektedir (2).

Bir taraftan bütçe kalemleri içerisindeki faiz ödemeleri artarak sosyal güvenliğe yapılan harcamaları kısma yönünde baskı oluştururken; diğer taraftan da aktüaryel dengenin daha da olumsuz yapı kazanması, Kıta Avrupası’nı ciddi bir şekilde zorlamaktadır. Çözüm olarak ise, Sosyal Güvenlik harcamalarını kısmaya çalışmaktalar. Alman Cumhurbaşkanı’nın 2. Dünya savaşından sonraki en kapsamlı reform dediği Sosyal Güvenlik’le ilgili yeni reform paketi ile, ülkede işsizlik ödeneği 32 aydan 12 aya indirildi.

Şirketlere 4 yıla kadar işçi çıkarımında haklar getirildi. Ve en önemlisi, bireysel sorumluluğu arttıran ve fiyat esnekliği getiren yeni anlayış devreye konuldu (3).

Öte yandan, daha fazla istihdam yaratarak çalışan insan sayısını arttırmayı hedefliyorlar. Bunun için de, daha düşük ücretle de olsa, yarı zamanlı istihdam desteklenirken; çalışmayan bayanları da iş sahasına çekmeye çalışıyorlar. Doğaldır ki, piyasalarındaki durgunluk, işsizliği körüklediği için; buldukları tek çözüm, yarı zamanlı istihdamdır.

Bu yaklaşımı, hem Avrupa Komisyonu Eylül 2000 AB Sosyal Politika Gündemi raporunda, hem de Avrupa Komisyonu’nun 2001–AB’nin İstihdam ve Sosyal Politikası raporunda detaylı olarak bulmak mümkündür. Yarı zamanlı çalışanların toplam istihdam içerisindeki payı Almanya’da % 21.4, Hollanda da % 43.9, İngiltere’de % 24.9 dur. AB genelindeki oran ise % 18.1’dir (4).

İstihdam yaratmakta zorlanan AB, “esnek işgücü” kavramı ile hem ücretlerin düşmesine göz yummakta; hem de yarı zamanlı istihdamı desteklemektedir. Yani bütün gün çalışma yerine, günün belli saatlerinde çalışma imkanları oluşturularak, yeni istihdam yolları aranmaktadır.

Yeri gelmişken önemli bir noktaya da değinmekte fayda vardır; AB, iflas etmiş sosyal güvenliğini kurtarmak için işgücü oranını 2010 yılında % 70’lere çekmeye çalışmaktadır (5).

Bu gerçeği de, hem Eylül 2000 AB Sosyal Politika Gündemi raporunda, hem de Avrupa Komisyonu 2001 AB’nin İstihdam ve Sosyal Politikası raporunda detaylı olarak bulmak mümkündür.

Görünen şu ki, AB ülkeleri, bırakın işgücü oranını arttırmayı, yüksek işsizlikle boğuşmak zorundadır. Çalışmayan her insan, kendi Sosyal güvenliklerinde ve bütçelerinde yük iken ve bu krizden nasıl çıkacaklarını bilmiyorlarken;  Türkiye’yi güya AB’ye kabul edip Türkiye’deki işsizliği, iflas etmiş olan Sosyal Güvenlik sistemlerinin üzerine yeni bir yük olarak koymaları hiç mümkün değildir.

Bu bağlamda AB’nin Türkiye’yi almasının asla mümkün olmadığını daha önce de ifade ettik. Hatta tek başına Sosyal Güvenlik meselesi bile, AB’nin Türkiye’yi içine kabul etmesinin mümkün olmadığını ispat etmek için yeterlidir. Gerek ABD için, gerekse Kıta Avrupası için, eğer “yarı zamanlı istihdam”ı işsizlik rakamlarına eklersek; ortaya çıkan rakamlar, gerçekte kapitalist modellerin bütün ekonomi sahalarında olduğu gibi, istihdam yaratmada da tam anlamı ile  sınıfta kaldığını göstermektedir. Nerede ise her üç çalışandan birinin yarı zamanlı çalıştığı bir ekonominin, kendi fertlerine güvenli bir gelecek sunduğunu ve iş imkanı sağladığıni söylemek pek gerçekçi olmasa gerektir. Sosyal Devlet / Milli Devlet’in tarif ettiği “Sosyal Devlet”, her şeyden önce finansmanını ne işverenden, ne de işçiden sağlamaktadır; kendi kaynakları ile bunu sağlamaktadır. Bu kaynakları açıklamadan önce finansmanın işçi ve işverenden karşılanmasının ekonomide yarattığı bazı önemli tahribatlara işaret etmemiz gerekmektedir. Şöyle ki…İşveren den alınan pirimler veya yüksek vergiler, üretim maliyetlerini yukarı çekeceği için maliyet enflasyonunu tetiklemektedir. İşçiden alınan pirim veya yüksek vergi ise, piyasalarda zaten azalmış olan talebi daha da daraltacak, dolayısı ile piyasaları durgunluğa sokacaktır.

Örneğin ülkemizde paranın yılda 16 kez elden ele dolaştığını düşündüğümüzde; işçiden kesilen her 1 birimlik pirim, ekonomide 16 birimlik bir tüketim ve buna bağlı üretim daralması oluşturmaktadır. Bu daralma da kapasite kullanımında azalmayı ve işçi çıkarımlarını beraberinde getirmektedir. Ülkemizde İşsizlik Fonu son yıllarda uygulamaya konmuştur. Fonda 2006 Nisan ayında 19.298.349.394.450 katrilyon TL para bulunmaktadır (6).

Sözkonusu fonda toplanan paralar, işçi ve işverenden kesilen primlerden oluşmaktadır. Ne kadar ilginçtir ki, işsizlik fonunun devreye konması yukarıda izahını yaptığım açıdan olaylara baktığımızda ki, –doğrusu budur– işsizliği daha da arttırmıştır. Eğer bu para, dar gelirli kesimden alınmamış olsa idi. Bir yılda 16 misli tüketim artışı olacak, buna bağlı olarak da üretim artacağı için yeni iş alanları ve istihdam oluşturacaktı.

Sosyal Güvenlik kesintileri adı altında özellikle işçiden alınan prim veya vergiler, bu kesimin gelirlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Dolayısyla kendi ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalan bireylerden oluşan bir ekonomide yaşanan resesyon, toplumun bütün kesiminin sosyal güvenliğini tehdit etmektedir.Tüketim artışı yetersiz olan ekonomilerin yeterli istihdam üretmesi beklenemez. En büyük sosyal risk de elbette işsizliktir. Sosyal Devlet/Milli Devlet’in tarif ettiği “Sosyal Devlet” anlayışının finansmanına değinmeden önce şunu da belirtmek gerekir; vatandaşların tamamının her hangi bir ücret ödemeden Sosyal Güvenlik’ten istifade etme hakkı vardır.

Devletin sağlayacağı sosyal güvenliğin maddi karşılığı, hane halklarını normal geçim çizgisinin üzerinde yaşatacak ve hiç kimseye muhtaç olmadan hayatlarını devam ettirecek düzeyde olmalıdır. Bugün ne ülkemizde, ne de başta ABD olmak üzere liberal–kapitalist modelin uygulandığı ülkelerde sağlanan sosyal güvenliğin maddi karşılığı, bırakın normal yaşam seviyesinde olması, birçok yerde açlık sınırının altındadır.

Özellikle sağlık hizmetleri, hastayı iyileştirmeyi sağlayamadığı gibi, sağlıklı insanı dahi hasta edecek bürokratik engeller ve kısıtlamalarla doludur.

Asgari geçim standardının altında verilen Sosyal Güvenlik yardımlarını, Sosyal Güvenlik olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu nedenle hangi gerekçe ile olursa olsun; bireylerin gelirleri, Sosyal Güvenlik sistemi ile hiç kimseye muhtaç olmadan hayatlarını ikame edecekleri düzeye çıkarılmalıdır.

Buna “onurlu yaşam hakkı” da diyebiliriz. Sosyal Devlet / Milli Devlet’in 2007 yılı için ülkemiz şartlarında belirlediği asgari Sosyal Güvenlik destek miktarı, “2.000 YTL”dir. Bu miktar, Sosyal güvenlikte taban olup, bunun altında bir desteklemenin yapılması bireylerin hayatlarını güvence altına almayacaktır. Bu yönüyle de Ssoyal Devlet/Milli Devlet’in Sosyal Güvenlik yaklaşımı liberal–kapitalist anlayışlardan ayrılmaktadır. Kapitalist modeller, olaylara “üretim yanlı” yaklaştıkları için sosyal güvenliğe yapılan harcamalar, bütçeler üzerinde yük olarak görülmektedir. Finansman olarak maliyetli paranın kullanılması da, gerçekten zaman içerisinde Sosyal Güvenlik açıklarını bütçeler üzerinde bir kambur haline getirmiştir.

Oysa Milli Ekonomi Modeli göstermiştir ki, ekonomilerde piyasaların kendi başlarına dengeye oturmaları mümkün değildir; muhakkak “tüketim yanlı” bir müdahaleye ihtiyaç vardır. Bunun için Sosyal Devlet, bir yönü ile ekonomilerin hem gelişmeleri, hem de rayına oturması için gereklidir.

Sosyal Devlet / Milli Devlet, Sosyal Güvenlik finansmanı için üç kaynaktan istifade etmektedir.

– Üretim karşılığı elde edecekleri senyoraj geliri,
– Tüketimin desteklenmesi sonucu büyüyen ekonomilerde artan vergi geliri,
– Yer altı ve yerüstü kaynaklarının devlet millet ortaklığı ile işletilmesinden elde edilecek gelirler ki, sadece bu son enstrüman ülkemiz şartlarında 3 katrilyon dolar nispetinde inanılması güç kaynak sağlamaktadır.

Ülkemiz örneğine tekrar dönersek; bütün bu kaynaklara ihtiyaç bile duymadan, sadece “faize ödenen para”nın son bulmasından dolayı elimizde kalacak gelir, bütün bu harcamalar için yeterli finansmanı bize kazandırmaktadır. Faizle borçlanmaya ne şekilde ve niye son vereceğimizi Milli Ekonomi Modeli’nde izah etmiştik. 2006 rakamlarıyla söylersek, ülkemiz şartlarında yılda faize ödenen para 120 katrilyonun üzerindedir. Bütçe kayıtlarımızda hükümetin bunun “nerede ise yarısı”nı gösteriyor olması; geri kalan kısmını, anapara haline çevirip gizlemesi, gerçekleri değiştirmemektedir. Gerek ıskontolu tahvil ihaleleri ile, gerekse öteleme ihaleleri ile faiz kısmı “ana para” haline çevrilerek bütçe ve borç kayıtlarından çıkarılmaktadır.

2005 yılında toplam sosyal güvenliğe harcanan para 46.824.779.000 katrilyon TL’dir. Bunun içerisinde bütçeden aktarılan 23.322.000.000 katrilyon ile, işçi ve işveren primleri de bulunmaktadır (7).

Sadece faize verdiğimiz para elimizde kalsa; şu anda sosyal güvenliğe yaptığımız harcamanın nerede ise üç katını yapabiliriz ki, bundan başka elimizde devreye konmayı bekleyen yukarıda ifade ettiğimiz üç kaynağımız daha bulunmaktadır.

Sosyal Güvenlik kapsamında yukarıda ifade ettiğimiz 9 riske karşı bireyler devletin koruması altındadır, devletin koruması “sosyal devlet” olmasının gereğidir. Ancak bu 9 riskin dışında Sosyal Devlet/Milli Devlet, Sosyal Güvenlik hizmetlerinin arasına “barınma ihtiyacı”nın karşılanmasını da eklemiştir. Her bireyin en azından başını sokabileceği bir eve ihtiyacı vardır. Bu sebeple evi olmayanlara, “sıfır faizli, uzun vadeli ve maliyetine ev verilerek kira öder gibi bireyler ev sahibi olacak”tır. Bu ev için ödenecek olan kira miktarına denk  taksitler, vatandaşlık maaşını geçmeyecek düzeyde olacaktır.

Bu sebeple evi olmayanlara ev projesi Sosyal Güvenlik’te 10. madde olarak Sosyal Devlet/Milli Devletin temel hizmetleri arasında yerini almıştır.

Ayrıca,

– Vatandaşa, her hangi bir ücret ödemeden verilecek sağlık hizmeti,
– Her hangi bir prim ödemesi alınmadan asgari geçim seviyesine karşılık gelecek miktarda verilecek emeklilik maaşı,
– Ev hanımlarının “insan işçisi” statüsünde emekli edilerek maaşa bağlanması,
– Doğan her çocuğa bugünkü para ile 15 milyara karşılık gelecek nakdi yardımlar,
– Engelli, özürlü ve çalışamayacakların geçimlerinin devlet tarafından üstlenilmesi ve benzeri birçok uygulama, yukarıda değindiğimiz 9 temel riske karşı, Sosyal Devlet/Milli Devlet’in vatandaşlarını gerçekten koruma altına alan bir Sosyal Güvenlik anlayışına verilecek bazı örneklerdir.


1– General Goverment Exspenditure and Reevenue in The EU in 2003 Eurostat; Türk İş Yıllığı, Dünya Bankası 94 verileri
2– European Commission The Social Stiation in EU 2001, Brusells 2001
3– Bkz. Deustchland Dergisi, Gündem 2010, s. Mart 2004
4– European Commıssıon Employment in Europe 2003, Trends and Prospects Luxemburg 2002.
5– 2000 AB Sosyal Politika Raporu, 2001 AB İstihdam ve Sosyal Politika Raporu
6– Bkz. İş–Kur
7– Bkz. Maliye Bakanlığı, Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ–Kur, Emekli Sandığı