AB’nin resmi rapor ve kararlarının yanı sıra, Türk hükümetlerinin çıkarttığı uyum yasaları ele alındığında, AB’nin ne olduğuna dair temel tespitleri daha da çoğaltmak mümkün dür. Bu bağlamda şu gerçeklerin de altını çizmek kaçınılmazdır.
– AB, milli egemenliğin yabancılara devredilmesidir. Anayasamıza göre, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. AB üyeliği durumunda millete ait olan bu egemenlik, artık milletin seçtiği vekilleri aracılığı ile kullanılamayacaktır. TBMM, sadece AB
parlamentosunun aldığı kararları yasalaştıran bir kurum haline gelecektir. 17 Aralık 2004 tarihli raporda ayrıca AB, AİHM kararlarına da tam olarak uyulmasını maddeleştirmiştir.
– Yine 2004 yılındaki İlerleme raporuna göre, Fırat ve Dicle suları ile bölgedeki barajların AB yönetimine devredilmesi istenmektedir. Bu, ülkemiz topraklarında parçalanmanın önünü açacağı gibi, devlet iradesinin de AB’ye teslim edilmesidir.
– AB, asırlardan beri “tek vücut” olmuş milletimizin 36 etnik parçaya bölünmesi demektir. İlerleme raporuna göre, AB, Türkiye’yi etnik olarak da, dini olarak da bölmektedir. AB, Lozan’da “azınlık” olarak belirtilen Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler dışında Kürtleri, Katolikleri, Protestanları, Süryanileri, Keldanileri, Alevileri, Bahaileri de azınlık olarak değerlendirerek, Türkiye’den, bunları tanımasını istemektedir.
Yine bu rapora göre AB, Boşnakça, Kürtçe, Arapça yayınların yansıra, Ermenice, Rumca ve Lazca yayınların yapılmasını talep etmektedir.
– AB süreci Türk topraklarının satılmasıdır.
AB’ye uyum adı altında hazırlanan uyum paketleri çerçevesinde AKP hükümeti döneminde 45 günde 3 yasa çıkarılmıştır. Nitekim; 01 Haziran 2003 tarihli Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu, 03 Temmuz 2003 tarihli Köylerden Yabancılara Toprak Satışına İzin Veren Kanun, 19 Temmuz 2003 tarihli Yabancılara Gayrımenkul Satışına İzin Veren Kanun, bu bağlamda çıkartılmış kanunlardır.
Bu yasalar neticesinde 68 ülke vatandaşı, 70 ilimizde, 42 bin 884 mülk edinmiştir. GAP bölgesinde 450 bin dönüm arazi İsraillilere geçmiştir. Yabancılara toprak satışına izin veren yasa ve doğrudan yabancı yatırımına destek yasası ile Türkiye’deki önemli maden yatakları yabancı şirketlerin eline geçmektedir.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: Bu bölgelerde tarım ve hayvancılıkla hayatını sürdüren vatandaşlarımız, yüksek girdi maliyetlerinden dolayı pahalıya mal ettikleri ürünlerini ürün desteklemeleri de kaldırıldığı için ya hiç kâr etmeden veyahut çok az kârlarla satmak zorunda kaldıklarından dolayı, kendi geçimlerini dahi bu yolla temin edememekte, her geçen gün daha fazla zorlanmaktadırlar.
Böylesi vahim ekonomik şartlara mahkûm edilen tarım köylüsüne, topraklarını, satın alan yabancılara satmaktan başka seçenek kalmamaktadır.
– Ekonomide IMF düzenine devam edilmesinin, kamu bankalarının ve KİT’lerin satılmasının talep edildiği AB sürecinde, gümrük duvarlarının da tamamen kaldırılması istenmektedir. Bu, daha henüz üyeliğe adaylık öncesinde Türkiye’nin tam bir açık pazar haline getirilmesidir.
– AB, milletimizin, Lozan Antlaşmasına aykırı olarak, misyonerlik faaliyetlerine teslim edilmesi demektir.
AB uyum çalışmaları çerçevesinde yapılan kanuni değişikliklerle bugüne kadar ülkemizde 40 bini aşkın kilise evi açılmıştır.
2004 tarihli İlerleme raporuna göre “Türkiye AB ile yoğun bir siyasi ve kültürel diyalog içine girecektir. Misyonerlik faaliyetleri de bu kültürel etkileşimin bir parçasıdır.”
– AB süreci Türk milletinin kendi medeniyetinden kopartılması, coğrafyasındaki tarihi misyonu ve şerefli duruşundan uzaklaştırılması, kimliksiz ve kişiliksiz bırakılmasıdır.
Türkiye, tarihinden gelen misyonu ve duruşuyla Doğu ile Batı arasında köprü olduğu gibi, geçmişinde liderlik yaptığı İslam ve Türk dünyası için halen eski konumunu korumaktadır. AB üyeliği, bu coğrafyalarda tekrar baş olabilecek bir Türkiye’nin önünü
keseceği gibi; farklı bir medeniyetin kabulü, Türk milletinin, kimliğinden ve medeniyetinden tamamen kopması manasına gelmektedir. Atatürk, 1921 yılında şu tespitleri yapıyor:
"Bana göre, Türkiye Doğu ve Batı dünyasının sınırındaki coğrafi konumuyla ilginç bir rol oynuyor. Bu durum bir yanıyla faydalı iken, diğer yanıyla tehlikelidir. Batı emperyalizminin doğu ya yayılmasını durdurabildiğimiz için, Türkiye’yi öncü olarak gören bütün doğu halklarının sempatisini kazanmış bulunuyoruz. Diğer yandan bu durum bizim için tehlikelidir. Çünkü, Doğu’ya yönelen saldırının bütün ağırlığı öncelikle bizim üzerimizdedir ve Batı’nın bütün nefreti bizim üzerimizde yoğunlaşmış bulunuyor...” (92).
– Yasama, yürütme ve yargı erklerinin AB’ye devri, aslında devlet iradesinin ve milli egemenliğin AB’ye devri demektir. Bu durumda ise, bağımsız bir devletin varlığından artık söz etmekte mümkün değildir
– AB' nin talepleri Sevr’in ta kendisidir. Gerek Katılım Ortaklığı belgesindeki maddeler, gerekse ilerleme raporlarında Türkiye’den istenilen hususlar, Birinci Dünya savaşının akabinde önümüze konulan Sevr antlaşmasının maddeleri ile nerede ise cümle cümle aynıdır. Dün bir savaşın kaybedilmesi sonucunda Sevr’i imzalamaya zorlanan milletimizin bugün hangi savaşı kaybettiği için AB sürecinde yukarıda ifade ettiğimiz yasaları çıkardığını anlamak mümkün değildir.
– AB, sözde Ermeni soykırımına onay vermektir. 17 Aralık 2004 tarihli raporda, “trajik olaylarla ve özellikle de 1915–1916’da bölgede yaşanan insani acılarla ilgili olarak Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde Ermenistan’la bu olaylarla ilgili olarak bir iyileşme yaşanmalıdır” denmektedir.
Bu, sözde soykırımın tanınması anlamındadır.
92– Metin Aydoğan, AB Tam Üyelik ve Türkiye
– AB, Ege’yi Yunan gölü haline getirmektir. 12 Aralık 1999 tarihli raporunda “Ege sorunu için Lahey Adalet Divanı’na gidilebilir” denmektedir. 17 Aralık 2004’de ise, söz konusu talebe, “karşılıklı görüşmeler yoluyla çözülecek” ibaresi konulmuştur. Bugüne kadar Lahey’den, en haklı davasında bile Türkiye lehine tek bir karar çıkmadığı hatırlanırsa; Ege meselesinin nereye varacağı açıkça görülecektir.
– AB, İstanbul sur içinde din temelli bir devletin varlığını kabul etmek demektir. İlerleme raporunda AB, açıkça Patriğin Ekümenik sıfatını kamusal alanda kullanmasının önünün açılmasını talep etmektedir. Heybeliada Papaz Okulunun açılması da raporda istenmektedir.
– AB, Rum Pontus hayalcilerine Karadeniz’imizde; Kürdistan hayalcilerine Güneydoğumuzda; Ermenistan hayalcilerine Kars–Ardahan–Ağrı yörelerimizde zemin açmaktır.
– AB süreci Kıbrıs’ın Rumlara devridir. Avrupa Parlamentosu kararlarında, KKTC’deki Türk Silahlı Kuvvetlerinin “işgalci olduğu”na dair nitelemeler vardır. 9 Kasım 2005 tarihli İlerleme raporunda ise, Kıbrıs Rum Kesimi bandıralı gemilerin Türk kara sularına girişine izin verilip, ticari ilişkiye geçileceği karara bağlanmıştır.
Bu şartlar altında Sosyal Devlet/Milli Devlet’in AB ile bir birlikteliği ülke menfaatleri açısından uygun görmesi mümkün değildir.
Ülkemizde bazı siyasilerin mücadele ederek AB’ye gireceğiz iddiası, Türk Milletinden gerçeklerin saklanmasından başka bir şey değildir. Zira AB, Türkiye ile pazarlık etmemekte sadece ev ödevi vermektedir. Bu ödevlerin tamamı ile yerine getirilmesi sonucunda dahi AB’ye girilmesi mümkün değildir.
Çünkü bu ev ödevlerin tamamının yerine getirilmesi geride bir devlet bırakmayacaktır.
– AB’ye girildiği taktirde Türk insanına iş bulunacağı iddiası da gerçeklerle uzaktan yakından alakalı değildir.
Çünkü AB ‘nin başındaki en büyük iktisadi problem işsizliktir. Gerçek işsizlik rakamları eğer yarı zamanlı istihdam rakamları da dikkate alındığında % 40’lara yaklaşmaktadır (93).
Bu konuyu işgücü ile ilgili bölümde detaylandırdık. Dolayısı ile işsizliğin kol gezdiği bir dünyada Türk insanına iş bulunacağı iddiası içi boş bir sözdür.
Sosyal Devlet/Milli Devlet, bu ham hayallerin karşına, değil kendi insanına, diğer ülkenin vatandaşlarına da istihdam yaratacak gerçek bir model ile, Milli Ekonomi Modeli ile çıkmaktadır. AB’nin ülkemizi ve ekonomimizi tehdit eden bölücü ve çökertici dayatmalarına, daha birçok madde eklemek mümkündür.
Ancak bu kadarla yetinerek, AB sürecinin Türkiye’nin parçalanma, bölünme ve teslim alınma süreci olduğunu belirtmekle bu konuyu noktalayalım…
Ülkemiz, bir taraftan bu kadar yapısal değişiklikle her sahada bir tasfiye sürecinin içerisine sokulurken; diğer taraftan yukarıda da ifade ettiğimiz üzere AB’nin Türkiye’yi içine alması mümkün değildir. Zaten AB Komisyonu kararları ve üye ülkelerin yetkilileri, Türkiye için “tam üyeliğin mümkün olmadığı”nı gizlememektedirler… Bunun birçok sebebi vardır.
92– Metin Aydoğan, AB Tam Üyelik ve Türkiye
93– European Commıssıon Employment in Europe 2003, Trends and Prospects Luxemburg 2002.