Fiyatlar genel seviyesinde yaşanan düşüş toplam talebin yetersiz kalmasından kaynaklandığı için, firmalar üretim kapasitelerini kısma yoluna giderek işçi çıkartır. Bu ise daha fazla bir talep daralmasını beraberinde getirir. Bir taraftan tüketiciler, fiyatlar düşüyor diye var olan taleplerini bile ertelerken; diğer taraftan artan işsizlik, zaten eksik olan talebi daha da aşağıya çeker, böylece adeta ekonominin ortasındaki bir kara delik misali deflasyon süreci her şeyi yutup ekonomileri durma noktasına getirir.
Kapitalist anlayışın klasik ayağı, sistemin kendi kendini tamir edeceğine, fiyatların ve işçi ücretlerinin ise esnek olduğuna inanmaktadır. Ancak gerçek hayatta uygulamanın bu şekilde olmadığını gören kapitalist anlayışın diğer ayağı Keynes modeli, kamunun harcamalarını arttırarak talebi desteklemesi gerektiğini savundu (5).
Yapılan uygulamalar kısmen netice verdi ancak kamu harcamalarını maliyetli para ile arttıran uygulama zaman içerisinde ülkeleri hem enflasyon, hem de borç sarmalı ile karşı karşıya getirdi. Çünkü faizle alınan borç para ile yapılan harcamalar neticesinde bu paraların ödemesi için hükümetler vergi oranlarını arttırmak ve orta vadede hem cari, hem de sosyal harcamalarını kısmak zorunda kaldılar.
Bir taraftan artan vergiler üretim maliyetlerini yukarı çekerken, diğer taraftan hem kamunun orta vadede harcamalarını kısmak zorunda kalması, hem de vergilerle piyasadan paranın çekilmesi hane halklarının talebini daha da kıstı.
Netice olarak kısa vadede kısmen fayda vermiş gibi gözüken Keynes'in yaklaşımı orta ve uzun vadede hem maliyet enflasyonuna ve hem de talep daralmasına sebep oldu. Sonuç olarak dünya ekonomileri hem işsizlik, hem de enflasyon denen yeni bir hastalıkla yani stagflasyon ile tanıştı.
Deflasyonla mücadelede hastalığın sebepleri teşhis edilemediği için uygulanan reçeteler adeta ağrı kesici mesabesinde kalmıştır. Hastalık devam etti ancak tesiri kısmen azaltıldı. Çünkü hastalığın temeli hane halklarının tüketmemesi iken, bu açık maliyetli para ile yapılan kamu harcamaları ile kapatılmaya çalışıldı.
Talebi artırmak için kullanılan maliyetli paranın geri ödemesi, orta vadede hem kamu harcamalarının kısılmasına hemde vergi oranlarının artırılmasına neden oldu.
Deflasyondan çıkmak için neler yapmalı sorusuna ve şu ana kadar uygulanan politikaların neden yanlış veya eksik olduğuna cevap bulmadan önce, daha önemli bir soruya cevap arayalım; neden ekonomiler deflasyona girerler? Halen bilinen ekonomi modellerinin cevabını bulamadığı bu soruyu şu şekilde de sorabiliriz; büyüyen ekonomiler neden belli bir süre sonra durağan bir döneme girmekte ve sürekli bir büyüme yakalanamamaktadır? Çünkü ekonomilerde zaman zaman ortaya çıkan bu durgunluk dönemleri ile deflasyon hastalığının sebepleri paralellik arzeder.
Önceleri gelişmiş kabul edilen ülkelerde baş gösteren bu problem bugün başta ülkemiz olmak üzere dünyanın hemen hemen her yerinde en önemli hastalık olarak dünya ekonomilerini tehdit etmektedir. Öyleyse hastalığı tedavi etmeden önce hastalığın sebeplerini teşhis etmek gerekir.
"Her arzın kendisine yetecek talebini oluşturacağı"(6) düşüncesi ciddi bir yanılgı idi. Eğer büyüyen bir ekonomiye sahipseniz yakaladığınız bu büyümeyi karşılayacak tüketim miktarının üretimden elde edilen gelirle sağlanması mümkün değildir. Her dönem bu büyümeye mukabil eksik kalan tüketim miktarının emisyonla birlikte dengelenmesi zaruridir.
Bu temel ölçüye sahip olmayan ülkelerde belli bir büyüme trendi yakaladığında, büyüme olduğu her yıl talep eksikliği daha da artmaktadır. Birkaç yıl sonra artık bu talep yetersizliği büyüyen ekonomilerde kendi içine doğru bir çöküşü başlatacaktır.
Bu durumu vücudu büyüyen bir insanın o bünyeyi taşıyacak kemik yapısı gelişmediği için bütün bünyenin bu ağırlık karşısında kırılıp dağılmasına benzetebiliriz.
90'lı yılların başında bu konuda ilk görüşlerimizi bildirdiğimizde henüz dünya deflasyon ile tanışmamıştı. O günlerde gelecek on yıllarda dünya ekonomilerinde çok ciddi bir pazar problemi yaşanacağını özellikle hızlı büyüyen ülkelerin gerekli emisyon ayarlamalarını yapmamaları sonucunda deflasyon ile karşı karşıya kalacaklarını ifade etmiştik.
Hatırlanırsa 90'lı yılların ortalarından sonra önce Japonya deflasyon sürecine girdi, nominal faizler sıfırlanmasına rağmen reel faiz oranları pozitif kaldı. Japon hane halkları satın alma güçleri düştüğü ve geleceğe de güvenle bakamadıkları için harcamaları daha da kıstı, bu da fiyatların düşmesini, stokların artmasını ve buna bağlı olarak işçi çıkarımlarını tetikledi. O günden beri Japon mucizesi olarak ifade edilen o büyük ekonomiyi yakından takip edenler halen bu ekonominin kendine gelemediğini göreceklerdir:
1993 yılı GSMH 4 353.885 milyar Dolar
1994 yılı GSMH 4 794.274 milyar Dolar
1995 yılı GSMH 5 280.563 milyar Dolar
1996 yılı GSMH 4 691.726 milyar Dolar
1997 yılı GSMH 4 307. 697 milyar Dolar
1998 yılı GSMH 3 930.101 milyar Dolar
1999 yılı GSMH 4 457.198 milyar Dolar
2000 yılı GSMH 4 748.025 milyar Dolar
2001 yılı GSMH 4 163.847 milyar Dolar
2002 yılı GSMH 3 976.137 milyar Dolar
2003 yılı GSMH 4 296.189 milyar Dolar
2004 yılı GSMH 4 621. 195 milyar Dolar (7).
Doksan beş yılından sonra Japon ekonomisi GSMH'da 5 trilyon Dolar'ın üzerine bir daha çıkamamıştır.
Diğer taraftan 2003 yılı Ocak ayında TV kanallarında yaptığımız çeşitli açıklamalarda Alman ekonomisinin de 2003 yılında durağanlaşacağını, bunun akabinde işsizliğin artacağını ifade etmiştik. Almanya'nın Maastrich Kriterlerini askıya alıp kamu harcamalarını arttırmak zorunda kalacağını hatta çok kısa bir zaman içerisinde borç almak zorunda kalacağını söylemiştik.
Alman ekonomisini yakından takip edenler bilir ki 2003 yılında Alman ekonomisi önce durağan bir döneme girdi. Arkasından işsizlik artmaya başladı.
Bugün itibarı ile son 72 yılın en yüksek işsizlik oranları Almanya'nın önünde durmaktadır. 5 milyonu aşan işsizi ile Almanya, tarihinin en büyük açmazı ile karşı karşıya olduğunu kendisi ifade ediyor.
2002 yılı işsizlik oranı % 8.2, 2003 yılı işsizlik oranı % 9.1, 2004 yılı işsizlik oranı % 9.6'dır(8).
Bu arada Almanya'nın Maastrich kriterlerine de uymuyor olması, AB içerisinde ciddi bir tartışma başlatmış Daha önce söylediğimiz gibi bu uygulama ile AB en geç 15 sene içerisinde dağılmak zorunda kalacaktır.
Almanya büyüyen bir ekonomiye sahipti, ancak Mark'ı bırakıp Euro'ya geçtikten sonra, bu büyüyen ekonomiye karşılık piyasada bulunması gereken para miktarı sağlanamadı.
Çünkü artık para basma hakkı Berlin'deki Bundesbank'ta değil, Frankfurt'taki Avrupa Merkez Bankası'ndadır. Senyoraj geliri yerine borç alma yoluna giden başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin borç rakamlarında Euro'ya geçtikten sonra gözle görülür bir artış olduğunu gözlemlemekteyiz.
Mesala Fransa'nın Konsolide borç stoğunun GSMH'sına oranı 2001 yılı sonunda % 57 iken
2004 yılında bu oran % 65.6'ya çıktı. 2005 yılında ise bu oran, % 66. 6 olarak beklenmektedir. Almanya'nın Konsolide borç stoğunun GSMH'sına oranı ise 2001 yılı sonunda % 59.4 iken, 2004 yılında bu oran % 66.3'e çıkmıştır.
2005 yılında ise % 67.8 olarak beklenmektedir. Genel olarak AB ortalamasına baktığımız zaman, Euro'ya geçmeden önce borç stoğunun toplam GSMH' ya oranı 90'lı yılların başında % 76.5 düzeyinden Euro'ya geçiş tarihi olan 2002 yılı sonunda % 69.5'e düşmüşken; bu tarihten sonra yeniden artmaya başlamıştır. 2004 yılında bu oran % 71. 2'ye çıkmış, 2005 yılında ise % 72.2 olarak beklenmektedir(9).
Peki deflasyonun sebebi sadece büyüyen ekonomilerde ortaya çıkan eksik talep mi? Elbette hayır. Bazen piyasada aksine fazla miktarda para olmasına rağmen yine de eksik talepten dolayı ekonomiler deflasyona girebilir.
Gelir dağılımında dengesizlik şüphesiz deflasyonu doğuran en temel sebeplerden biri.
Eğer toplumun büyük bir kısmı belli bir gelir seviyesinin altına düşerse artık tüketme kabiliyetini yitirmiş demektir.
Piyasada fazla miktarda para olsa bile, bu para belli ellerde toplandığından dolayı, toplumun geri kalan büyük kesimine yeniden tüketme kabiliyeti kazandırılmadan ekonominin deflasyondan çıkması mümkün değildir. Yani faiz oranlarını düşürüp tüketimi arttırarak deflasyondan çıkılacağı kısmen doğrudur. Ancak asla yeterli değildir.
Çünkü faiz oranları sıfırlansa dahi bankada parası olan kesim parasını tüketime kaydıracaktır. Ya parası olmayanlar? Onlar için bu politikanın hiçbir faydası olmayacaktır.
ABD örneği bu dediklerimizi ispatlamaktadır. Faiz oranlarını uzunca bir süre % 1'lere çeken FED deflasyondan çıkmayı hedefledi ancak kısmen başarılı oldu. ABD'de son üç yılın gecelik faiz oranları şu şekildedir. 2002 yılı ortalaması % 1.67, 2003 yılı ortalaması % 1.13 oldu. 2004 yılında ise % 1. 35 oldu (10).
Çünkü gelir dağılımındaki çarpıklıktan dolayı ABD halkının belli bir kısmının gerçekten geçim sıkıntısı bulunmaktadır. Bu çözülmeden deflasyondan çıkmaları mümkün değildir.
Ülkemiz için de durum bundan farklı değildir. Bir taraftan yüksek girdi maliyetlerinden dolayı maliyetler artarken bir taraftan da gerek maliye gerekse faiz politikaları ile piyasadan para çekildiği için talepte daralma yaşanıyor.
Türkiye şartlarında TEFE ve ÜFE hesaplamalarında uygulanan teknik eksik kalmaktadır. Yapılması gereken;
(+) olan ürünler ayrı bir kategoride toplanmalı ve ortalama artış hesaplanmalı; (-) olan ürünler ayrı bir kategoride toplanmalı ve ortala artış hesaplanmalıdır.
Örneğin 2004 yılı TEFE ve ÜFE rakamlarına baktığımızda bazı mamüllerde fiyatın talep esnekliği düşük olduğu için, maliyetlerden (vergi, enerji, hammadde) gelen artışların fiyatları ortalama % 40'lara varan oranlarda arttırdığını görüyoruz. Örneğin 2004 yılı TE-FE'de sac % 66.5, motorin % 34.9, ana metal sanayii % 34.1; ÜFE'de ise doğalgaz % 28, konut %21.1 artmıştır(11) .
Bazı mamüllerde ise fiyatlar, talebe karşı duyarlı olduğu için piyasada var olan talep daralması bu ürünlerin fiyatlarının düşmesine sebep olmaktadır.
Örneğin 2004 yılı ÜFE'de elektrikli ev eşyası % 10.8 düşmüştür(12).
Elektrikli ev eşyası modeli çok hızlı değiştiği için eğer piyasada yeterli talep yoksa, üretici mecburen üretim maliyetleri artsa dahi fiyatları düşürerek elindeki stokları satma yoluna gidecektir.
Böyle bir ekonomide, yani hem vergi, enerji, hammadde, istihdam vergileri vb. leri artmasından dolayı maliyetlerin arttığı, hem de yetersiz talepten dolayı stokların yükseldiği bir ortamda TEFE ve Ü-FE sonuçları bizi yanıltıcı neticelere ulaştıracaktır. İki farklı hastalık, yani maliyet enflasyonu ve talep daralması (+)'nın (-)'yi yok etmesi gibi birbirini götürmekte; sanki ekonomide bu hastalıkların hiç bir yokmuş ve ekonomi dengede imiş gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.,
Örneğin buğday ektiğinizi düşünelim. Buğdayın fiyatı talep azlığından veya arz çokluğundan dolayı % 30 düşsün. Ama bu buğdayı elde ederken kullandığınız gübre ve mazot yani maliyetleriniz % 35 artsın bu şartlarda bu günkü TEFE hesaplama tekniğine göre eğer enflasyon buğday, mazot ve gübre dikkate alınarak hesaplanmış olsaydı sonuç % 2.5 çıkacaktı. + % 35 - % 30 = % 5 bölün ikiye; = enflasyon % 2.5 çıkacaktır. (buğday ve mazot + gübrenin ağırlıklı ortalamalarını eşit kabul ediyoruz). Halbuki köylü için enflasyon % 65'tir. Zira üreticinin satın alma gücü % 65 daralmıştır.
% 30 sattığı üründen, % 35'te üretimden bir önceki yıla göre zarar etmiştir. Zaten enflasyon hane halklarının gelirindeki daralmayı gösterir.
Gerçekten ülkemiz şartlarında bir çözüm aranıyorsa; bu gün yapılanın aksine maliyetleri aşağıya çekecek bir maliye politikası ve tüketimi tetikleyecek bir para politikasının aynı anda devreye konması gerekir.
Burada maliyetleri aşağıya çekecek bir maliye politikasından kastımız şudur: Bu kadar yüksek vergi alınmasının sebebi hazinenin bu kadar yüksek oranda borçlanma ihtiyacıdır.
Bu ihtiyacın sebebi de kendi parası yerine maliyetli yabancı para karşılığı emisyonunu genişletme isteğidir. Dolayısı ile doğru para politikaları uygulanmadan bu borçların, buna bağlı olarak bu kadar yüksek vergilerin de aşağıya düşürülmesi mümkün değildir. Öyleyse sağlam mali politikalar için öncelikle doğru para politikalarının uygulanması gerekir.
Peki, gelir dağılımında bu boyutta bir dengesizlik neden meydana gelmektedir?
Bu gün dünya'da hakim olan anlayış, üretim ile para kazanma yerine para ile para kazanma anlayışıdır. FEX piyasalarında günde ortalama 1.9 trilyon Dolar işlem görmektedir. Bunun yaklaşık 1.5 trilyon Dolar'lık kısmı USD doları cinsindendir(13) .
Büyüklük sırasına göre ingiltere (637 milyar Dolar), ABD (350 milyar Dolar), Japonya (149 milyar Dolar), Singapur ( 139 milyar Dolar), Almanya ( 94 milyar Dolar), Hong Kong, Avusturya, isviçre, Fransa, Kanada borsalarında bu işlemler olurken dünyanın yıllık toplam üretimi (GDP) sadece 36 trilyon Dolar civarındadır^; .
Faizin varlığı ve spekülatif para anlayışı paranın belli ellerde toplanmasını sağladı. Toplumun ciddi bir kısmı geçim derdi yaşarken azınlık bir kesim de milyar Dolarlara sahip oldu.
Sonuçta paranın belli ellerde stoklanması toplumda istenilen talebin ortaya çıkmasına da engel oldu. Bu sebeple bugünkü kapitalist anlayışların deflasyonun sebeplerinden biri olan gelir dağılımındaki dengesizliği çözmesi mümkün değildir. Çünkü uyguladıkları bütün politikaların temeli faize dayanmaktadır.
Deflasyondan kurtulmak için sadece bir tek düzenleme yeterli değildir. Aynı anda hem para politikası, hem maliye politikası, hem bunlara uygun dış ticaret modeli, hem de sosyal devlet anlayışını hayata geçirmek gerekir.
Bu konuda şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Deflasyon kapitalist anlayışın çocuğudur. Bu sistemin kendisi bu hastalığı üretmektedir. Ve bu hastalık kendisini ortaya çıkaran bir modelle çözülemez. O yüzden ortaya koyduğumuz bu Milli Ekonomi Modeli'ni ülkeler hayatlarına geçirip kapitalist anlayışı terk etmeden bu hastalıktan kurtulamazlar. Biz bu görüşümüzü 90'lı yılların başından beri ifade ediyoruz.
Bir dönem ABD'nin faizleri adeta sıfırlama gayreti, kapitalist anlayışın dışında yıllardır ifade ettiğimiz bu modeli kısmen hayatına geçirme gayreti idi. Ancak ABD faizleri sıfırladığında kendi toprakları dışında bulunan karşılıksız parasının kendisine geri geleceğinden korktuğu için bunu uzun süre devam ettiremedi. ABD için her iki yol da çıkmaz sokak görünüyor. Şu ana kadar kapitalist anlayışın göremediği ve göremeyeceği ve bu derece batmış bir ekonomiyi dahi kurtaracak bir yol mevcuttur. Ancak buradaki analizimizin dışında kalmaktadır.
5- John Maynard Keynes, The General Theory s. 129,
6- Bkz; Denis Henri, Histoire de la pensée économique, Presses Universitaires de France, 1971
7- Bkz. IMF World Outlook 2005
8- Bkz: EUROSTAT ( Statistical Office of The European Communities
9- Bkz: EUROSTAT ( Statistical Office of The European Communities
10- Bkz: FED 09/ 06/ 2005
11- Bkz: DİE verileri, www.die.gov.tr
12- Bkz: DİE verileri, www.die.gov.tr
13- Bkz. BIS - Bank of International Settlement, Trennial Survey 2004
14- Bkz: World Bank, 2003