Üretim ekonomilerde gerek mal, gerekse hizmet anlamında üretim, kalkınmanın ve büyümenin tek kaynağıdır.
Üretim olmadan ne insanlara istihdam sağlayabilir, ne de ihtiyacımız olan mal ve hizmetlere sahip olabiliriz.
Ekonomi politikalarının hedefi; üretmek ve bu üretilenleri halkına tükettirebilecek bir geliri oluşturmaktır.
Para ile para kazanma yerine üretim ve pazarlama ile para kazanma anlayışı ekonomilerde hayata geçirilmediği sürece ne gerçek manada ülke ekonomilerinin büyümesi ne de insanına iş imkanı sunması mümkündür.
Milli Ekonomi Modeli'mizde hedef hem üreten, hem de tüketme kabiliyetine sahip bir toplum ortaya çıkarmaktır.
Üretmeden kağıt üzerinde hayali spekülatif oyunlarla kalkınmak mümkün değildir.
Düşünün ki bir kumar masasında bulunan insanların cebinde 1000 YTL para var, günlerce kumar oynasalar bu para 1001 YTL olabilir mi?
İşte bu şekilde sermaye piyasalarında yapılan binlerce spekülatif hareketin reel manada ekonomiye hiçbir katkısı yoktur. Bilakis zararı vardır.
Sık sık yeni bir kavram ile karşılaşıyoruz; işsizliği azaltmayan büyüme... Gerçekte böyle bir büyümenin olması mümkün mü? Hem ekonomi daha fazla üretecek, hem de çalışan insan sayısı aynı kalacak veya azalacak, bu mümkün değildir. O yüzden gerçek büyüme, üretimle insanlara istihdam sağlayacak şekilde olabilir. Aksi anlayışlar borç para ile tatile gitmeye benzer, ekonomiler büyüdüğünü zannettikçe daha fazla batarlar.
Şimdi üretimi oluşturan değişken ve parametreleri irdeleyelim.
Mikro manada üretimi işletmeler yaparlar, o ülkedeki bütün işletmelerin toplamı da elbette bize toplam üretim fonksiyonunu verecektir.
Sermaye vasıtası ile hammadde, emek, yer ve teknolojiyi biraraya getiren işletmeler, ürün elde ederler. Öyleyse üretim fonksiyonu, emeğe, sermayeye, hammadde, yer ve teknolojiye bağlıdır. Ancak buradaki sermaye diğer üretim faktörlerinden farklı olarak bu üretim faktörlerini devreye koyan tahrik unsuru vazifesini görür. Dolayısı ile üretim denklemi aşağıdaki gibidir:
Üretimi oluşturan bu parametre ve değişkenleri tek tek irdelemeye önce sermaye ile başlayalım.
Üretimin temeli elbette yatırımlardır. Yatırım olmadan üretim olması mümkün değildir. Öyleyse bu yatırım ve üretim için ihtiyaç duyulan sermaye nereden elde edilecektir?Faizle parayı piyasanın dışına çeken kapitalist anlayış paranın en temel vazifelerinden biri olan üretimin tahrik edilmesini engelledi. Eğer üretimin önünü açmak istiyorsak öncelikle bloke edilmiş olan sermayeyi özgürlüğüne kavuşturmak zorundayız.
Kapitalist anlayış, yatırımların kaynağını tasarruflar olarak görmüştür(1). Bu sebeple kalkınmak isteyen ülkelerin önüne iki seçenek konuldu. Bunlardan birincisi tasarruflardır. Yani vatandaşın bankalarda faizde duran parasının yine bankalar kanalı ile faizle birlikte yatırıma aktarılmasıdır. Bir diğeri ise faizle alınan yabancı paradır. Dikkat edilirse her iki yöntemde de faizli para ile yatırım esastır. Zaten kapitalist anlayışın temellerinden biri de budur.
Maliyetli para ile yatırım yapmanın en önemli problemlerinden biri üretim maliyetlerinin artması ve maliyet enflasyonuna sebebiyet vermesidir. Maliyetlerin artması ya fiyatları yukarı çekecek; bu da mala olan talebi kısacak, ya da üreticinin kârından veya işçi ücretlerinden kısıntıya sebep olduğu için yatırım cazibesini azaltacaktır.
Diğer taraftan kalkınma için ihtiyaç duyulan finansman ya tasarruf miktarı ile ya da yabancıların tanıdığı kredi miktarı ile sınırlandırılmıştır. Ancak kalkınma gayreti içerisinde olan ülkelerin milli gelirleri son derece az olduğu gibi buna bağlı olarak da tasarruf miktarı o nispette azdır. Tasarrufları, ülkelerin kalkınmasında yeterli bir kaynak olarak görmek, fakir hane halklarının geliriyle fabrika kurmasını ümit etmek kadar anlamsızdır.
Zaten az olan bu tasarruflar da faizle birlikte piyasadan çekildiği için üretimi devreye koyması gereken para tamamı ile devreden çıkmıştır. Bunun yerine bu bloke edilen para devlete satılarak devletler adeta haraca bağlanırcasına büyük bir borç batağının içerisine çekilmiştir.
Özellikle 1970'li yıllardan sonra bu anlayışla yurt dışından faizli para alarak kalkınma yolunu seçen ülkeler, Global sermayeye trilyonlarca Dolar borçlu konuma gelmişlerdir. Yani kalkınmaya çalışıp ürettikçe batmışlardır.
Enflasyon bahsinde geniş olarak bu maliyetli parayı analiz edeceğiz. Ancak kesin olan şu ki yatırımlar için tasarrufları veya yabancı sermayeyi çözüm olarak görmek hele hele bunları maliyetli olarak kullanmak asla bir çözüm değildir. Aksine sürekli ve verimli üretimin önündeki en önemli engellerdir.
Olması gereken, paranın tarifinde de ifade ettiğimiz gibi, paranın tahrik gücünden istifade ederek emisyon mukabili emeği devreye koyarak üretimi sağlamaktır.
Devlet sıfır faizle proje mukabili isteyen herkese ama herkese sermaye desteği sağlamalıdır.
Ayrıca faizlerin sıfırlanmış olması vatandaşın elindeki tasarrufların da belli ellerde bloke edilmesine değil, aksine piyasada dolaşarak hem üretimi, hem de tüketimi desteklemesine imkan verecektir
Bugün üretim belli ellerde tekelleşmiş durumdadır. Maliyetli paraya dahi herkes sahip olamamaktadır. Liberal anlayış her sahada serbestlikten bahsetmesine rağmen para bugün belli ellerde bulunmakta, üretim yapmak için sadece müteşebbis olmak yetmemektedir.
Paranın tekelleşmesi, isteyen herkesin değil sadece parayı elinde bulunduranların müsaade ettiği kimselerin üretim yapmasına neden olmaktadır. Bu bireyler için böyle olduğu gibi kalkınmak isteyen ülkeler için de böyle olmuştur. Kendi emisyonu ile yatırım yapmak isteyen ülkelere liberalizm adına yasak getiren kalkınmış ülkeler böylelikle diğer ülkelerin kalkınmasını bilinçli olarak engellemektedir. Ayrıca onlara kendi paralarını satarak zaman içerisinde bu ülkeleri büyük bir borç batağının içine itmektedirler. Hemen akabinde bu borçlara mukabil bâkir yeraltı kaynakları borçlu ülkelerin elinden alacaklı olanlara geçmektedir.
Aşağıdaki grafikte bunu daha net analiz edebiliriz:
Yetersiz Sermayenin Neden Olduğu Üretim Kaybı
Faizsiz Para İle Yapılan Üretim
Faizli Para İle Üretim
Daha öncede değindiğimiz gibi proje mukabili isteyen her insana finansman desteği sağlanması, tekel piyasaların oluşmasına da engel olacaktır. Liberal anlayışın uygulandığı ülkelerde bir kast sistemi oluşmuştur. Eğer para sahibi değilseniz ne kadar gayretli ve müteşebbis olursanız olun, bireyler hiçbir zaman üretici olamamaktadır. Tabii ki bunun istisnaları var; milyonda bir kişi kendi gayretiyle adeta aradan imalat hatası olarak sıyrılıyor. Ancak genel uygulama, özgürlükler adına yola çıkan bu kapitalist anlayışın insanların hayatlarına sınırlamalar getirdiği adeta bir kast anlayışının toplumda hâkim olduğunu göstermektedir. Şunu unutmamamız lazım ki; zengin olmak herkesin en doğal hakkıdır. Ekonomi modellerinin gayesi insanların önünü tıkamak değil, aksine açmak olmalıdır.
Tabii emisyonla üretimin desteklenmesi belli bir kural çerçevesinde olmalıdır. Projenin hayata geçirilebilir olması bizatihi sermayeyi sağlayan devlet tarafından kontrol edilmelidir.
Bu yatırımların belli bir kısmı için elbette ithalata ihtiyaç duyulacaktır. Ancak bunun için ihtiyaç duyulan sermaye eğer ithalat yapılan ülke yerli parayı kabul etmiyorsa ihracat ile karşılanacaktır. Bunun için dahi uygun bir dış ticaret politikası ile maliyetli borç paraya ihtiyaç duyulmadan mesele çok rahatlıkla çözülebilir.
Üretim için ihtiyaç duyulan sermayenin maliyetsiz olması ülkeler açısından son derece önemlidir. Aksi düşünüldüğünde ülkelerin zaman içerisinde borç batağına girmesi kaçınılmazdır. Örneğin Türkiye'de otoyol yapmak için maliyetli yabancı paraya ihtiyaç var mı? Elbette hayır, çok rahatlıkla yollar yerli ve mali-yetsiz para ile yapılabilir. Oysa biz kendi topraklarımızda dahi yapacağımız yatırımlar için kendi emisyonumuzu devreye koymak yerine faizle alınan borç parayı tercih ediyoruz.
Burada dikkat edilecek tek husus emisyonun enflasyona sebebiyet verip vermeyeceğidir.
"Yerli para ile üretim yapmayın, enflasyon olur" diyenlerin, maliyetli para ile bunu yapmayı tavsiye etmeleri, yabancı sermayenin yatırım yapmasını önermeleri veya gelen turistin cebindeki dövizi enflasyon sebebi olarak görmemeleri gerçekten anlaşılır değildir. Bu nasıl bir enflasyon ki yerli parayı görünce birden ayağa kalkacak ama maliyetli dövizi görünce uykuya dalacak.
Acaba emisyon hangi şartlarda enflasyon yapar?
Öncelikle bunu ikiye ayıralım; birincisi var olan üretim hacmini arttırmak için kullanılan sermaye kısa dönemde kapasite kullanımını arttıracak, emisyon mukabili ürün olduğu için enflasyona sebebiyet vermeyecektir.
Eğer bu sermaye artışı yatırıma gidiyor ve mesela bu yatırımların devreye girmesi için bir yıllık zamana ihtiyaç duyuluyorsa, orta vadede yine bir sıkıntı olmayacaktır. Ancak kısa vadede olabilecek talep artışı için alınacak çok basit tedbirler elbette vardır. Enflasyon analizinde buna da değineceğiz. Ayrıca bizim gibi talep daralması yaşanan buna mukabil eksik kapasite kullanımları olan ülkeler için kısa vadede bu geçiş dönemi çok rahatlıkla geçilecektir. Bu geçiş belli parasal hacimler korunarak (ki piyasada bulunan paranın toplam üretime karşılık belli bir oranı vardır) hiçbir talep enflasyonu riski ile karşılaşılmadan yapılacaktır.
Diğer bir etken de emektir.
Özellikle genç bir nüfusa sahip ülkemizde milyonlarca insan kahve köşelerinde, sokaklarda işsiz olarak dolaşmaktadır. Bu âtıl duran emeği devreye koyarak çok rahatlıkla üretim hacmimizi hayal bile edemeyeceğimiz bir düzeye çıkartabiliriz. Bu işgücünün ciddi bir kısmının eğitimli olduğu düşünülürse olayın vahameti daha da iyi anlaşılacaktır. Milli Ekonomi Mo-deli'mizde biz bu bireyleri sadece ekonomide bir işçi olarak değerlendirmeyi düşünmüyoruz.
Sermaye desteği çözüldüğünde bu işsiz kesim içerisinden ciddi bir kısmının müteşebbis olacağı, sana-yici-üretici olacağı aşikardır. Dolayısı ile emisyon ile birlikte devreye konan bir âtıl emek beraberinde belki de yüzlerce insana iş sahası açacaktır. Avrupa'ya giden işçilerimiz yıllar sonra elde ettikleri birkaç kuruş ile sıfırdan işadamı konumuna gelebilmiştir. Yıllar sonra elde edilen bu kapital eğer devlet tarafından aynı insanlara kendi topraklarımızda sağlanmış olsa idi bugün bu insanlar Avrupa'yı değil kendi memleketini kalkındırmış olacaklardı.
Ayrıca sadece işsiz kesim değil, çalışan kesim için düşünüldüğünde, sermaye artımı emeğin marjinal verimini de arttıracaktır.
Bir diğer etken de hammaddedir. Kalkınmasını belli bir oranda başaran hiçbir ülke yoktur ki sahip olduğu yeraltı ve yerüstü kaynaklarını devreye koymamış olsun. Daha önce ifade ettiğimiz gibi sınırsız ve sürekli yenilenen kaynakların olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Özellikle ülkemiz için düşünüldüğünde sahip olduğumuz yeraltı ve yerüstü kaynaklarını devreye koymadan kalkınmamız mümkün değildir. Eğer bir ülke sahip olduğu bu kaynakları yabancıların işletimine açıyor veya satıyorsa kendisi kalkınmayı düşünmüyor demektir. Eğer demirinizi, bakırınızı, çinkonuzu işletmiyor satıyorsanız, acaba kendi sanayiinizde ne kullanacaksınız? Zaten üretim dediğimiz şey, var olan bu kaynakların sermaye ile birlikte emeğin devreye konarak işlenmesi ve katma değer oluşturulmasından başka bir şey değildir.
Bir diğer konu da tarımdır. Tarım başlı başına ele alınması gereken bir konudur. Bir işletme için önemli olan bir malı kaça sattığı değil ondan ne kadar kâr elde ettiğidir. Çünkü firmalar için hedef yüksek ciro değil elbette yıl sonunda çok kâr elde etmektir. Bu aynen ülkeler için de geçerlidir.
İhracat yapmak önemli ama bu ihracatı en az ithalat ile elde etmek, yani dış ticaret fazlası sağlamak ülkeler için asıldır. Bu sebeple tarım kesimi en az ithalat ile en fazla ihracatın yakalanacağı kesimlerden biri olduğu için ülkelerin büyümesinde ve işsizliğe çözüm bulmasında son derece önemli bir sektördür.
Eğer ithalata dayalı bir üretiminiz varsa net hasıla, ithalatın çıkarılmasından sonra elde edilendir. Oysa tarım kesiminde durum elbette daha farklıdır. Dola-yısı ile tarımda emisyon ile sübvansiyon uygulaması çok rahatlıkla ve yüksek oranlarda yapılabilir ve özellikle ülkemiz için çok hızlı bir büyüme bu sayede elde edilebilir.
Daha üretici ürününü tarlaya atmadan tahmini elde edilecek ürünün karşılığının yarısı devlet tarafından bu insanlara sıfır faizle takdim edilmelidir. Mahsul alındıktan sonra kalan kısım net hesaplanarak verilmelidir.
Destekleme fiyatlarının olması şarttır. Şu ana kadar bu uygulamalar kısmen az bir miktar yapılmış ama bunun finansmanı faizle alınan para ile karşılanmıştır. Bu ve benzeri uygulamalar, ülkelerin borç batağına girmesine sebeb olmuştur. Tarım kesiminin finansmanı, ürün mukabili emisyonla karşılanmalıdır.
Üretim ile emisyon arasındaki denge oranlarına uyulduğu taktirde hem hızlı bir büyüme yakalanacak ama buna mukabil ne ülke borçlandırılacak ne de talep enflasyonu ile karşılaşılacaktır.Net hasılanın tarım kesiminde yüksek olması devlete daha rahat sübvanse etme hakkı verecektir.
Bir diğer konu da arazi ve yer meselesidir. Öncelikle tarım, maden ve sanayi arazileri tespit edilmelidir. Ülkemizde en verimli topraklarda sanayi üretimi yapıldığını görüyoruz. Bu son derece yanlıştır. Akabinde dar bölge sanayi kalkınma modeli hayata geçirilmelidir.
Yani kırsal alan denilen yerlerde, köylerin yanında sanayi tesisleri oluşturulmalı, hammadde ve nakliye durumları tespit edilerek belli sanayi bölgeleri şehirlerin dışında ve ülkenin her yerinde devreye konulmalıdır. Nüfus göçünün doğudan batıya doğru veya kırsal alandan şehre doğru yaşanmasının sebebi bu bölgelerdeki insanımızın kendisine iş imkanı bulamamasıdır. Halbuki dar bölge kalkınma modeli ile bu göçün önüne geçilebileceği gibi, işçilik maliyetleri ve nakliye giderleri çok daha ucuz kalacak üretici için rekabet imkanları da artacaktır.
Bu modelde pazarlama problemi de olmaz. Küçük çaplı atölye ve KOBİ'ler çevredeki ihtiyaca göre yönlendirilir. Böylece pazarın ihtiyacı da yerinden karşılanır.
Dar Bölge Yaygın Kalkınma Modeli'nin önemli bir özelliği de; sanayiinin yaygınlaştırılması ile milletin topyekûn bir atılım hamlesine başlaması ve her bölgenin devreye girmesi ile üretimin ve sermayenin tabana yayılmasıdır. Ayrıca ülkemizde âtıl duran birçok arazi çok rahatlıkla halkın kullanımına açılabilir. İsterse devlete veya bireylere ait olsun hiç kimsenin, sahip olduğu bir araziyi boş tutmasının ekonomiye bir katkısı olmayacaktır. Öyleyse âtıl duran yerler için daha yüksek bir vergi uygulaması ile her yerin üretime katılması teşvik edilmelidir.
Teknoloji ise son derece önemli bir başka konudur. Eğer bir ülke gerçekten kalkınmaya karar vermişse teknolojiye yatırım yapmak zorundadır ama bu yeterli değildir.
Önemli olan bu teknolojinin ilmine sahip olmaktır. Bu bilgiyi elde etmeden her yıl teknoloji transferi yapmak elde edilen gelirlerin her yıl dışarıya transfer edilmesi demektir. Teknoloji aynı sermaye ve emek miktarında daha fazla hasıla demek olduğu için hem emeğin, hem de sermayenin marjinal verimini arttıracaktır.
Her ülke için özellikle kendi ülkemiz için muhakkak bilim üretim üslerinin kurulması, üniversiteler ve özel sektör ile entegreli çalışılması gerekir. Buralarda elde edilecek yeni teknolojiler yerli sanayiye uyarlanarak hem maliyetler aşağıya çekilmeli, hem de dış pazarlarda yerli sanayicinin rekabet şansı arttırılmalıdır.
Sadece özel sektör bünyesindeki AR-GE çalışmaları bunun için yeterli olmayacağından muhakkak devlet tarafından bu bilim üslerinin finanse edilmesi gerekir. Çünkü bazen araştırmaların bütçesi ancak devlet tarafından finanse edilecek kadar yüksek düzeydedir.
Bir diğer konu da devletin üretimde yer alıp almayacağı meselesidir. Devlet sadece ekonomiyi düzenleyici olarak görev almak yerine özellikle kamuya ait ve stratejik sahalarda muhakkak üretici olarak piyasada bulunmalıdır. Yüksek sermaye gerektiren sahalara yatırım yapmalıdır. Böylelikle monopol piyasaların oluşumu da engellenmiş olacaktır.
Ülkemizde sanki bir ekonomi kuralı imiş gibi savunulan özelleştirmenin ne iktisadi izahı, ne de fiili uygulaması vardır.
Fransa' da devletin ekonomide ki ağırlığı % 54, Belçika'da % 54.3, İsveç'te % 62.3, İtalya'da % 50.2, Almanya'da % 49, ABD' de % 32, İngiltere'de % 41 düzeyinde iken bu oran Türkiye'de 1998 yılı itibariyle % 26'dadır(2).
Türkiye'de en son yapılan özelleştirmeler sonucunda bu oran, 2005 yılı itibariyle % 20'nin altına inmiştir.
Balkanlarda ülkemizde olduğu gibi özelleştirme adı altında bölgenin yer üstü ve yer altı kaynakları, global güçler tarafından elde edilmeye çalışılmasına rağmen, bu ülkelerde devletin ekonomideki payı, ülkemize oranla çok daha yüksektir. SırbistanKaradağ'da devletin ekonomideki ağırlığı % 60, Hırvatistan'da % 40, BosnaHersek'te % 55, Romanya'da % 35'tir(3).
Yüksek sermaye gerektiren sahalarda veya stratejik öneme haiz sektörlerde devlet ve millet işbirliğine muhakkak gidilmelidir. Ülkemizin bugün sahip olduğu ve yabancılar tarafından katrilyon Dolarlar ile ifade edilen yeraltı kaynakları maalesef bedava bile kabul edilmeyecek fiyatlar ile sâtılmaktadır. Oysa yukarıda da değinmiştik, bu kaynaklar olmadan bir ülkenin üretim hamlesi yapması mümkün değildir. Diğer taraftan devlet, millete ait olan kaynakları yine milleti ile birlikte işletmelidir. Bu sayede bu kaynaklar hem yerli sanayiinin imkanına ucuz fiyattan sunulabilecek hem de bu işletmelerden elde edilen kârlar ortak olan halk için büyük bir gelir kapısı olacaktır.
1- Bkz, A. Smith, Milletlerin Zenginliği, Ç. Haldun Derin, M.E.B. Yay. 1955
2- Bkz, IMF Economic Outlook, June 1998; OECD Analytical Databank
3- Bkz, EBRD (European Bank for Recostruction and Development 2002)