Gelişmiş ülkelerin, yani bugünün küreselleşme taraftarlarının, azgelişmiş ülkeler üzerindeki baskıları ve içişlerine müdahale ederek bu ülkelerin kaynaklarına sahip olma gayretleri, yukarıda ifade ettiğimiz gibi sömürgecilik dönemine kadar uzanmaktadır.
Köleleştirme hareketleri eski Yunan’dan beri var olan bir uygulama idi. Zencilerin “köle” olarak kullanılması ise ilk defa, Roma İmparatorluğu’nda görülmüştür.
İnsan gücünün sömürülmesi o kadar yaygınlaşmıştı ki, 10. yüzyıldan itibaren milyonlarca zenci, Afrika’dan Akdeniz sahillerine ve hatta Hint Okyanusuna kadar uzanan geniş coğrafyadan toplanıp getirilerek köle olarak kullanılmakta idi.
15. yüzyılda Amerika’nın keşfi, insan katliamının ve sömürgeciliğin adeta dönüm noktası olmuştur.
“Kristof Kolomb, sonradan Amerika adını alacak kıtaya ayak bastığı zaman burada çok yüksek bir uygarlık seviyesine erişmiş medeniyetler vardı. Şimdiki Meksika’da, Orta Amerika ve Antiller’de, Ant dağlarının kuzey ve orta kesimlerinde yaşayan halklar, Avrupalı işgalciler tarafından yok edilmeye başlandı... Meksika’nın yüksek yaylalarında Toltek ve Aztek, Antiller’de Karaip, şimdi Kolombiya olarak anılan topraklarda Chibeha, Peru ve Bolivya adalarında da İnka uygarlıkları kurulmuştu.
… Amerika’nın işgali, Haçlı seferlerinin bir devamı niteliğindeydi. Sadece sınırlar değişmişti. 718 yılında İspanya kilisesinin Araplara karşı başlattığı din ve ırk savaşı, bundan sonra And dağlarında Dizarre, Meksika’da Cortes gibi vahşiler tarafından İnka ve Aztek imparatorluklarını yerle bir edinceye kadar hiç durmadan sürüp gidecekti. İspanya’da geriye nasıl yalnızca Gırnata’nın El– Hamra’sı bırakıldıysa; keşfedilen Amerika kıtasında da Machupıcchu harabelerinden başka geride yapı kalmamıştı…
… Kolomb, tanrıya çok bağlıydı; ama altına, daha çok bağlıydı. Adamlarıyla birlikte Hispaniola adasının dört bir yanına haçlar diktiler. Ama aynı zamanda sayısız darağaçları da kurdular” (20).
Psikopos Bartolome de Las Casas, “Hint Adaları Halkının Yok Edilmesi” isimli eserinde, İspanyolların yaptıkları zulüm ve katliamları şu dehşetli ayrıntılarıyla anlatmaktadır:
“Eminiz ki İspanyollar, zulüm ve kötülükle akıllı insanlarla dolu toprakları, insanlarından kopardılar, yerle bir ettiler. Böylece kıta, bugünkü terk edilmiş halini aldı. 40 yıl boyunca kadın– erkek, çoluk–çocuk 12 milyondan fazla insan, Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve gerçektir...” (21).
“ ... Amerika kıtasını işgal eden İspanyolları, Portekizliler ve Fransızlar takip etmiş, ancak Amerika yerlilerinin kaderi hiç değişmemiştir. İncil’in kutsal öğretisini yaymak için çıkılan bu yolculukta sadece zulüm, yağma ve katliam yapılmıştır.
… 1503’den başlayarak Portekizliler Brezilya topraklarına aktılar. 1553’de Fransızlar Kanada kıyılarını işgal ettiler. Aynı yıllarda İngilizler de, bugünkü ABD topraklarının bulunduğu bölgeye çıkartma yaptılar. Hollandalılar, Manhattan adasına geldiklerinde, Peter Minvit burayı 60 Gulden tutarında olta ve incik boncuk karşılığında satın aldı; ama aynı zamanda Kızılderilileri orada kalmaya ve değerli hayvan postlarını böylesi değersiz süs eşyalarıyla değiş–tokuşa devam etmeye teşvik etti.
… Kolomb ve onu takip eden İngiliz kolonicilerinin işgalinin üzerinden 200 yıl geçtikten sonra Kolomb’u dostça karşılayan Taino yerlileri tamamen ortadan kaldırılmışlardı. Onların ilkel tarım ve el sanatları kültürleri de ortadan kaldırılmış, yerine kölelerin çalıştığı geniş pamuk çiftlikleri kurulmuştu” (22).
“Papa 2. Jean Paul 29 Haziran 1990 tarihinde, Yeni dünyanın İsa’nın öğretisine kavuşmasının 5. yüzyılı münasebetiyle, Latin Amerika dindarlarına Papalık Mektubu adlı bir beyanname yayınlamıştır. Bu metinde 1492 yılı, bir kıtanın soykırımı ile başlayan, Avrupa’nın ilk büyük sömürgeleştirme teşebbüsünün yıldönümü olarak geçmez. Zorla çalıştırılarak ya da salgın hastalıklardan ölen yerlilerden bahsedilmez. Yerli kültür ve manevi değerler hiçe sayılır. Başpiskopos Diego de Landa’nın, Maya kültürünün bütün yazılı eserlerini ve kutsal kitaplarını odun kümeleri üzerinde tutuşturarak yakması ve bu kültürün sa nat eserlerini paramparça etmesi hatırlanmaz” (23).
“...20 yüzyılın başlarında, artık Kızılderililer yüksek medeniyetleri ve kültürleri ile birlikte yok edilmişlerdi.
ABD’nin bugün Kızılderililerin köklü değişimlerini sağlayabilmek için kullandığı özel yöntemleri vardı. Önce Kızılderilileri Hıristiyanlaştırabilmek için okullar açılmıştı.
1500’lerin başından itibaren başta Virginia olmak üzere, yerlileri Amerikanlaştırmak için birçok okul kuruldu.
Güney Meto Grosso eyaletinde bulunan oldukça geniş rezervlere sahip maden yatakları, Kızılderili avcısı bir çete tarafından işletilmektedir. 1963’den beri bu çete tarafından devam ettirilen katliamlar, Brezilyalılarca ancak son yıllarda duyulmuştur. Burada bulunan bazı köylerin tüm halkı, makineli tüfeklerle taranarak katledilmiştir... 1968 yılında yapılan meşhur duruşma ile, bu hizmet grubunun bozulduğu, dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Kızılderilileri yok etmek için dinamit ve makineli tüfek kullanıldığı gibi, Kızılderililerin dayanamadığı çiçek hastalığına yakalanmış kişilerin mikroplu elbiseleri onlara giydirilmişti.
25 Ağustos 1993 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir haber şöyledir:
Brezilya’da altın madencilerinin 73 yerliyi öldürmeleri üzerine Devlet Başkanı Franco, Ulusal Savunma Konseyini acil önlem için toplantıya çağırdı. Ordudan katillerin bulunması için yardım istendi.
Ağustos ayının 15’inde altın arayan madencilerin Venezuela sınırı yakınlarında Yanomami bölgesinde gerçekleştirdikleri toplu kıyımda ölenlerin sayısı büyük güçlükle belirlenebildi... Öldürülen 73 kişinin arasında 34 çocuk ve iki hamile kadının olduğu da belirtiliyor. Brezilyalı madenciler, aralarında bazılarının kayırılmasına kızarak misilleme yapıyor ve bölgedeki yerlilerin hemen hemen tümünün kökünü kazıyor” (24).
Bugüne dönersek, modern sömürü yöntemi olarak ifade edilebilecek küreselleşme söylemlerinde en sık tekrarlanan ifade yukarıda belirttiğimiz gibi “ulusal çıkar” kavramının artık bir anlam taşımadığıdır. Dünyanın küresel bir köye dönüştüğünden bahsedenler, ulusal çıkarların arkasından gidenleri çağın gerisinde kalmakla suçlamaktadırlar. Ulusal çıkarları savunmak, ulusal sanayii desteklemek vs. projeler, tutuculuk olarak adlandırılmakta; bu görüşleri savunanlar, çağdışı olmakla itham edilmektedirler.
Küreselleşme taraftarı gelişmiş kabul edilen devletlere baktığımızda ise onlar için durum tam tersinedir: Sınırların kalktığını ve devletlerin ulus anlayışını yitirmesini tavsiye eden bu ülkeler, kendi değerlerini ve sınırları içindeki kültür yapısını korumaya içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda daha da özen göstermektedirler.
Çünkü, yeni dünyanın bu sömürü düzeninde, az gelişmiş ve gelişmekte olan devletlerin kaynaklarının kullanılması ve milletlerin kimliğinin yok edilmesi globalizmin esas gayesidir.
Bu bağlamda AB, NATO, IMF vb. kuruluşlar, küreselleşmenin ortaya çıkardığı ve devletleri bir şekilde diğerine bağımlı hale getiren, egemenliği kısıtlayan, Milli Devlet fikrine gölge düşüren kuruluşlardır. AB üyeliğini kabul etmek suretiyle egemenliğin devri, çağımızdaki en önemli örneklerinden biridir. Bayrağını, para birimini, milli marşını değiştirmesi gereken üye ülke; kendi karar mekanizmalarını devre dışı bırakarak AB karar organlarının alacağı kararları ülkesinde aynen hayata geçirmek zorundadır.
NATO da, ulusal egemenliğin paylaşılmasına askeri bir örnek olarak verilebilir.
NATO komutanları, çok uluslu birlikleri komuta etmektedir. En büyük müttefiki olan ABD’nin birçok konuda diğer üye devletler üzerinde baskın söz sahibi olması da bilinen bir hakikattir.
Bu manada NATO bağımsız bir teşkilattan ziyade ABD istekleri doğrultusunda hareket eden askeri bir teşkilattır.
Egemenliğin “uluslar üstü kuruluş”lara devri, devletlerin kendi iradeleri ile gerçekleşmektedir. Böylece globalizm, devletleri ve milletleri kendi iradeleri ile “modern köleler” haline getirmektedir. Uluslararası arenada hukuk sahasında da egemenliğin devri söz konusudur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) zorunlu yargı yetkisini kabul eden ülkeler, alınan kararlara uymak zorundadır.
IMF’nin kendisiyle anlaşma yapan devletlerle yaptığı mutabakat, devletler için, “borç para almak” değil, “egemenliklerinin devri” demektir. IMF’nin borç para karşılığı sadece Türkiye’den istediği siyasi tavizler bile bunun ispatıdır.
Bugün gelişmiş ülkelerden hiçbirisi, Milli Devlet olmanın özelliklerinden vazgeçmemekte, ulusal çıkarlarını globalizmin şartları içinde dahi muhafaza etmeye çalışmaktadırlar.
En büyük küreselleşme taraftarı ABD, bunun en açık örneğidir. Nitekim “12 Temmuz 2000 tarihinde ABD’de yayınlanan bir raporda, Birleşik Devletlerin ulusal çıkarları 4 kategoriye ayrılıyordu. Hayati çıkarlar, çok önemli çıkarlar, önemli çıkarlar ve ikinci derecede önemli çıkarlar.
Hayati çıkarlar 5 maddede düzenlenmişti:
1– ABD’ye veya yurtdışındaki ABD kuvvetlerine karşı nükleer, biyolojik ve kimyasal tehditleri önlemek,
2– Müttefik ülkelerin varlığını korumak ve ABD ile işbirliğini sağlamak,
3– ABD’nin sınırlarında güçlü hasım ülkelerin veya çökmekte olan devletlerin ortaya çıkmasını engellemek,
4– Uluslararası ticaret, mali piyasalar ve çevresel konularda dünya çapındaki sistemlerin varlığını ve istikrarını korumak,
5– ABD’nin stratejik hasmı olması muhtemel olan Çin ve Rusya gibi ülkelerle ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun biçim de verimli işbirliğini sağlamak” (25).
11 Eylül 2001 tarihinden itibaren güçlenen Amerikan milliyetçiliği, her ne pahasına olursa olsun ABD’nin “süper güç” vasfını korumayı amaçlamaktadır. Yukarıdaki hayati konulara dahil olmasa da, bugün kendi güvenliğini gerekçe göstererek Afganistan’da, Irak’ta milyonlarca masumu katleden Birleşik Devletlerin, bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolünü eline geçirmesi de küreselleşmenin bir neticesidir.
Terör saldırılarının ardından artık dış politika, iç politikanın bir uzantısı gibi görünmekte ve kongreden çıkan kararlara diğer ülkelerin de riayet etmesi istenmektedir. Fransa’nın Dışişleri eski bakanlarından Hubert Vedrine, 1999 yılında yaptı ğı bir konuşmada ABD için şunları söylemişti:
“ABD 20. yüzyıldaki süper güç statüsünün de üzerine çıktı. ABD’nin bugünkü üstünlüğü askeri alanın yanı sıra, ekonomiyi, mali konuları, insanların yaşam biçimine yön verme yi, İngilizce diline etkinlik kazandırmayı ve dünyayı istila eden ve kitlelere hitap eden kültür ürünlerinin üretimini de kapsıyor” (26).
Sosyal Devlet/Milli Devlet modelinde “ulus devlet” anlayışı korunmaktadır. Bundaki amaç ise, Yeni Dünya düzeninde sömürünün adı olan Globalizmin, milletleri ve devletleri ezmesini engellemektir. Milletin kaynaklarını ve kimliğini koruyarak, devletlerin uluslararası alanda varlığını devam ettirmesine katkıda bulunmaktır. Milli Devlet anlayışı hiçbir zaman dünya ile kurulacak ilişkilere karşı değildir. Devletlerin aralarında, uluslararası hukuk kuralları ve mütekabiliyet esası çerçevesinde, kendi değerlerini muhafaza ederek teknolojik konularda işbirliği yapması, iktisadi ve siyasi ilişkiler kurup da yanışma içerisinde olması elbette desteklenmektedir.
Karşılıklı menfaat dengesine göre belirlenen devletlerarası hukukta da Milli Devletin korunması mutlaktır. Ancak bu sayede, milletlerin varlığından ve imkanlarından milletin kendisinin istifadesinden bahsedilebilir.
Milli bir siyasetin izlenmesinin gerekliliği, M. Kemal Atatürk’ün üzerinde son derece önemle durduğu bir konudur. Nitekim “Bizim kendisinde açıklık ve uygulama imkanı bulduğumuz ilke milli siyasettir...
Milletimizin güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin bütünüyle milli bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak…” demektedir (27).
Bütün dünyanın kaynaklarını ve gelirlerini azdan da azmutlu bir azınlığa aktarmayı amaçlayan globalleşme, liberal–kapitalist ekonomi modellerinin, yeryüzündeki kaynakları sınırlı görmesinden dolayı “bu sınırlı kaynakların herkese yetmeyeceği” kaygısının politik ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında hem kapitalist modeller, hem de onun politik projesi olan globalleşme insanoğlunun ihtiyaçlarının ürünü değildir. Aksine mutlu bir azınlığın ihtiraslarının ürünüdür.
20– Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, sy.15–17
21– Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş, age., s. 17
22– Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş, age., s. 18–20
23– Roger Garaudy, Yaşayanlara Çağrı, sy. 53
24– Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, sy.21–23
25– Bkz. Onur Öymen, Küreselleşme Çağında Ulus Devleti Korumak, sy.209–210
26– Bkz. O. Öymen, age., s. 216
27– M. Kemal Atatürk, Nutuk, s. 299