Milli Ekonomi Modeli
Prof. Dr. Haydar Baş

C) MİLLİ DEVLET VE GLOBALLEŞME / 1– GLOBALLEŞME NEDİR?

Bugün Globalizm (Küreselleşme), dünya dengelerine yönveren günümüzün en önemli akımdır. Globalizmin siyasi, ekonomik, hukuki vs. sahaları etkileyen özellikleri olduğu gibi; misyonerlik faaliyetleri ile kültürleri ve sosyal hayatı da kuşatan boyutu vardır.

1980’li yılların başından sonra, özellikle Doğu bloğunun dağılması ile, artık hayatımıza çok daha fazla müdahale etmeye başlayan Globalizm; kelime olarak iktisadi, siyasi kültürel ve sosyal sahada bazı kavramların milli ve yerel sınırları aşarak dünya çapında kabul görmesi olarak ifade edilebilir. Her sahada gidilen bu “tek değer” anlayışı, globalleşmeyi savunanlara göre, hem dünya ticaretinin geliş mesini sağlayacak, hem de dünya ekonomisinin büyüme sine ve daha adilane gelir dağılımının oluşmasına imkan tanıyacaktı. Diğer yandan demokrasinin dünyada daha da yaygınlaşması sağlanacaktı.

Özellikle son 25 yıllık zaman dilimi göstermiştir ki; bırakınız kulağa hoş gelen bu hedefleri yakalamayı, globalleşme süre ci, dünyayı her geçen gün içinden daha da çıkılmaz bir pozisyona itmektedir.

Gelir dağılımındaki dengesizlikler artık kabul edilebilir sınırların çok üzerindedir: 1.2 milyar insan günde 2 $’ın altında gelirle yaşamak zorundadır (5). Bu insanların çoğu Güney Asya ve Güney Afrika’dadır. Yıllık geliri 745 $’ın altında olan insan sayısı 2.5 milyardır; 61 ülkenin kişi başına düşen milli geliri de bu değerin altındadır. Oysa yüksek gelir grubuna dünyada sa dece 29 ülke ulaşabilmiştir. Bu ülkelerin kendi içlerinde ise gelir dağılımlarında büyük adaletsizlikler vardır (6).

Dünyadaki üretimin % 20’sini, insanların % 80’i paylaşırken; % 80 geliri, %20’lik grup paylaşmaktadır (7).

Öte yandan sanıldığının aksine dünya ekonomisi globalleşme ile daha hızlı büyümemekte; aksine her geçen gün büyüme daha da azalmaktadır. 1960’larda dünya ekonomisi, yılda ortalama % 5 büyümüş iken; 1970’lerde % 4.1, 1980’lerde % 3.2, 1990’larda ise % 2.3’e düşmüştür (8).

Düşüş, 1980’li yıllarda da devam ederek 10 yıllık dönemde ortalama % 2.8 olmuştur. Bu, 1990’larda % 2 civarındadır. Bu oranlar gösteriyor ki, 50 yıllık dönmede kapitalist sistemin ivmesinde % 60’lık bir düşüş söz konusudur.

Bu daralmanın gerekçelerini Milli Ekonomi Modeli’nde geniş olarak izah ettik: Liberal–kapitalist sistemin doğal sonucu olarak, dünya halklarının gelirleri, belli ellerde toplanmaya başlayınca; insanlar, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayacak gelirden mahrum kalmaktadırlar. Dünya genelindeki bu “tüketim yönlü daralma” yüzünden “pazar problemi”nin oluşma sı kaçınılmazdır. Elbette yeter büyüklükte bir pazarın olmadığı yerde, üretim artışından ve büyümeden bahsetmek de mümkün değildir.

Dar ve orta gelir grubu ülkeler için ise tablo daha vahim dir: 1965 –1990 yılları arasında % 2.5 büyüyen bu grup,
1980 –1990 arasında % 1.2 büyüyebilmiştir. 1997– 1998 yılları arasında ise % 3.9 küçülme söz konusudur.

Günümüz rakamları da pek farklı değildir: 2002 – 2003 büyüme rakamları % 1.4 düzeyindedir. 1990 – 2003 büyüme ortalaması ise % 2.6’dır (9).

En değerli doğal kaynaklara sahip ülkeler bu kaynaklarını birkaç global firmaya devrettikleri için en fakir ülkeler olarak karşımızda durmaktadırlar.

Dünya ticareti, her geçen gün daha da zor bir hal almak tadır. Özellikle gelişmekte olan orta gelir grubu ve altındaki ülkeler, kapılarını, spekülatif para hareketlerine tamamen açmalarından dolayı, her iki–üç yılda bir finanssal iflaslara sürüklenmişlerdir. Nitekim dünya üzerinde çok sayıda finanssal kriz yaşanmıştır. O kadar ki, küçüklü büyüklü krizler göz önüne alındığında; Paul Krugman’ın da altını çizdiği üzere “her 19 ayda bir krizin olduğu” anlaşılmaktadır.  

Gelişmekte olan orta gelir grubu ve altındaki ülkeler, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını global şirketlere devretmelerine rağmen; kendi ürettikleri malları gelişmiş  ülkelere satmaya kalktıklarında ise başta kota, gümrük,  telafi edici vergiler ve vergi dışı engellemeler olmak üzere birçok engellemelerle karşılaşmaktadırlar.

Yeri gelmişken somut bir tecrübeyi ifade etmek kabilinden belirtmek gerekir ki; günümüzde ekonomi kuralı olarak, gerek IMF, gerekse Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar vasıtası ile kalkınmaya çalışan veya geri kalmış olan “ülkelere dayatılan uygulamaların hiçbirinin o ülkelere zarardan başka fayda”sı yoktur. Gelişmiş kabul edilen ülkelerin bu uygulamaların tam tersini yapıyor olmaları bile; bugün kabul gören ekonomi kurallarının teorik izahlardan çok, politik sömürü hesaplarına dayandığını göstermektedir.

“Küresel egemenlik peşindeki büyük devletler, denetim altına aldıkları az gelişmiş ülkelere, dışsatıma dayalı kalkınma modelleri, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme programları, korumacı yasaların kaldırılmasını ve devletin küçültülmesi ni önerdiler; ama kendi ülkelerinde bunları yapmıyorlar.

Ulusal pazarlarını, tarife dışı engeller ve kotalarla koruyorlar. Nitekim ABD, Latin Amerika ülkelerinin ihraç ettiği 1051 tür mamul maldan 400’üne; AB ise, 479 tür mamul maldan 100’üne tarife dışı engeller koymaktadır. 1980–1983 arasın da ABD’nin korumacılık uygulamaları yüzde 100; AB’nin uygulamaları ise yüzde 387 oranında artmıştır. ABD Temsilciler Meclisi’ne, yalnızca 1985 yılında, 400 adet korumacı yasa teklifi verilmiştir. OECD ülkelerinde ortalama üretici sübvansiyonları (devlet destekleri), 1979–1981 döneminde yüzde 32 iken; 1986–1987 yıllarında yüzde 50’ye çıktı…”(10).

Nitekim AB Komisyonu Başkanı Jacques Santer, 9 Şubat 1999 günü Strassbourg’ta yaptığı basın toplantısında, tarım destekleme uygulamalarının daha da artırılması gerektiğini açıklayarak şunları söyledi:    “Tarım ürünlerimizin küresel pazarda rekabet edebilmesi için fiyatların düşürülmesi, buna karşılık çiftçilerimizin kazançlarının arttırılması için telafi edici yardımlar yapılması gerekiyor” (11).

Gelişmiş kabul edilen ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin başta tarım ürünleri olmak üzere ihraç ürünlerine birçok engellemeler çıkartırken; kendi üreticilerini sübvanse ederek de haksız rekabete sebep olmaktadırlar. Gelişmekte olan ülkelerin gümrüklerini “sözde liberalleşme” adı altında tasfiye ederek kendi ürünlerine bu ülkeleri “pazar” yapmaktadırlar.

Bugün, bırakınız, dünya ticaretinin verimli bir şekilde gelişmesini, dünyada gümrük duvarları arkasına saklanmış “ticaret bölgeleri” oluşmaktadır. Bu bağlamda örneğin, AB, EFTA (European Free Trade Area), NAFTA (North American Free Trade Agreement), LAIA (Latın American Integration Association), MERCOSUR (Common Market For The Southern Cone of America), ASEAN (Association of South East Asian Nations), APEC (Asia Pacific Economic Corporation Forum) gibi birçoklarının yanı sıra yeni “ticari bölgeselleşme” arayışları da devam etmektedir.

Her geçen gün, özellikle gelişmiş ülkeler, kendi iç pazarlarını korumada ve yabancı ülkelerin pazarlarını ele geçirmede daha acımasız ve agresif bir tutum takınmaktadırlar. Bunun en temel sebebi, kapitalist modelin yanlış kabulleri ve sonuç larıdır.

Liberal–kapitalist temeller üzerine oturan globallizm, her geçen gün tüketimde daralmaya neden olduğu için; ülkeler, daralan iç pazarlarını korumada daha ısrarlı olurken, yeterli olmayan iç pazarlarının açığını kapatmak üzere de dış pazar ları ele geçirmeye uğraşmaktadırlar. Doğal olarak gücü yeten her ülke, bu adımları atmaya başladığında, bugünkü gözlemlediğimiz “içinden çıkılmaz tablo” kendini göstermektedir.

Oysa Milli Ekonomi Modeli’nin “tüketim problemi”ni çözmesi sebebiyle “artan pazar”, herkesi tatmin edecektir. Başka bir ifade ile bu model, bütün devletlere, daralan pazarda kavga etmek yerine; büyüyen bir pazarda dost olmak imkanını sunmaktadır.

Bu bağlamda hatırlanması gereken önemli bir diğer gerçek de; “kaynakların sınırlı” olduğu, dolayısı ile “herkese yetmeyeceği” yanılgısıdır.

Bu kapitalist yaklaşım, ülkelerin dış politikalarına tekelci ve sömürgeci anlayışların hakim olmasına sebep olmaktadır.

Oysa Milli Ekonomi Modeli’nde açıklanan “kaynakların sınırsız, ihtiyaçların ise sınırlı” olduğu gerçeği, ihtiyaçların karşılanmasında insanlık olarak herhangi bir kaygı taşımamamız gerektiğini bize göstermektedir. Burada asıl kaygı duyulması gereken karakter, global birkaç odak ve onların yönlendirdiği ülkelerin “ihtiras”ları olmalıdır.

Öte yandan globalleşmenin demokrasiye ne şekilde katkı sağladığı ise Irak örneğinde görüldüğü gibi şüphesiz ortadadır. Globalleşme ile, özellikle dar ve orta gelir grubu ülkelere demokrasi geleceğini iddia edenler, sözde demokrasi projesi adı altında ABD’nin, kendi çıkarları doğrultusunda istediği ülkeleri işgal ettiği gerçeğini gizlemeye çalışmaktadırlar

Globalleşme sürecinde, bırakınız ülkelere demokrasi gelmesini; ulus devletlerin ellerindeki yetkiler, hem içeride, hem de dışarıda global sermaye odaklarına devredilmektedir. İçeride, sözde piyasaların dengeye kavuşması için “millet iradesi”ni temsil eden hükümetlerin ellerinden bu irade ve yetkiler alınarak üst kurullara teslim edilmektedir. Nitekim Türkiye örneğine baktığımızda görülmektedir ki; Merkez Bankası’nın özerk hale getirilmesi, Bankacılık Denetleme Üst Kurulu’nun varlığı, Telekomünikasyon Üst Kurulu’nun varlığı, Enerji Piyasaları Üst Kurulu, Tütün Kurulu, Şeker Kurulu, RTÜK… vb kurullar, milletin iradesi ile seçilmişlerin değil, IMF tarafından kontrol edilen kurulların idareye hakim olmasına imkan tanı maktadır. Özellikle ülkemizde bu üst kurulların yargı yetkisini de elinde bulundurması, millet adına yargı yetkisini elinde bulunduran Türk Cumhuriyeti bağımsız mahkemelerini de devre dışı bırakmaktadır.

Bu üst kurulların konsolide bütçe dışında bütçelerinin olması, yani gelir kaynaklarının bulunması, atandıktan sonra görevden alınamamaları ve Dünya Bankası (DB) ile IMF’ye bağımlı olarak hareket etmeleri, milletin iradesinin idareye yansımasına engel olmaktadır. Milletin seçtiği hükümetlere ise, vatandaşlarından toplayabildiği kadar “çok vergi”yi topla yıp elde edilen gelirleri “faiz dışı fazla” adıyla global sermaye sahiplerine aktarmanın dışında bir vazife kalmamaktadır.

IMF ve DB talimatları doğrultusunda çıkarılan bir çok siyasi ve iktisadi kanunlar, idareye, milletin iradesinden ziyade global sermaye sahiplerinin ve gelişmiş kabul edilen ülkelerin iradesinin hakim olmasına sebep olmaktadır.

Dışarıda ise uluslararası örgütlere yetkilerini devreden ulus devletler, tamamen tasfiye edilmektedirler. AB süreci ve Tahkim Yayası örneğinde olduğu gibi… AB süreci ile, Türk devletinin Yasama, Yürütme ve bağımsız Yargı erkleri bağlamında kendi üstünde bir üst iradeyi kabul ederek yetkilerini, bu iradeye teslim etmesi, elbette devletimizin tasfiyesinden başka bir şey değildir.

Eski BM Genel Sekreteri Boutros Ghali’nin açıklaması da bu gerçeği ifade etmektedir:    “Globalleşme sürecinde ulus–devlet, yetkilerinin birçoğunu bir taraftan uluslararası kuruluşlarla, diğer taraftan da yerel otoritelerle paylaşmaya mahkum olmuştur. Bir zamanlar ulus–devletin sorumluluk alanı içinde yer alan savunma, ekonomi yönetimi gibi pek çok alan, artık büyük ölçüde IMF, Dünya Bankası, WTO, NATO ve BM gibi uluslararası kuruluşlar ya da bölgesel düzeydeki siyasi ve ekonomik birlikler (Avrupa Konseyi, Avrupa Merkez Bankası gibi) temelinde koordine edilmektedir.   

Globalleşme, bu bağlamda bir paradoksu ortaya koymaktadır. Şöyle ki; bir taraftan globalleşme ile tüm ülkelerde demokrasinin gelişmesi amaçlanırken; diğer taraftan da gücün uluslararası kuruluşlara devredilmesiyle ülkeler, kendi gelecekleriyle ilgili temel kararları almaktan yoksun bırakılmaktadır” (12).

Glokalleşme, yani “globalleşme ve yerelleşme” adı altında yerel yönetimlere yetkilerini devreden ulus devletler, tasfiye sürecinin içine itilmektedirler.

Yerel yönetimler adı altında yetkiler, içeride bu yönetimleri kontrol eden global odakların kontrolüne devredilmekte; böylece yetkileri azaltılan ulus devletler tasfiye edilmek isten mektedir. İşin ilginç tarafı, globalleşme, dışarıda ülkeleri “birleşme” adı altında yetkilerinden koparırken, içeride “ayrışma” uygulayarak bu yetkileri elinden almaktadır.

Yine uluslar arası kuruluşlarda “her ülkenin aynı oranda rey hakkına sahip olmaması”, BM örneğinde olduğu gibi bazı ülkelerin “daimi üye” sıfatıyla çıkabilecek her kararı engelleme hakkına sahip olmaları, globalleşmenin nasıl bir demokrasi anlayışına sahip olduğunu bize göstermektedir. Nitekim bütün dünya, 2006’nın son aylarında İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yaptığı taaruzlar sebebiyle cezalandırılmasını istemesine rağmen; BM, sadece daimi üye ABD’nin vetosu sebebiyle, bir “kınama kararı” dahi çıkartamamış, karar engellenmiştir.

Bu bağlamda “bazı ülkeler her zaman haklıdır, özellikle haksız olduklarında daha da haklıdırlar” anlayışı, maalesef globalizmin demokrasi anlayışı olarak karşımızda durmaktadır.

Globalleşme sürecinin, ülkelerin ellerindeki kaynakları ve gelirlerini gelişmiş kabul edilen ülkeler üzerinden “birkaç global odağa nasıl aktardığını anlamak” için, öncelikle iki süreci daha yakından incelemek gerekir; birincisi ABD dolarının serüveni, diğeri de GATT görüşmeleridir.

5– World Bank, ILO World Employment Report
6– World Bank, World Development Report
7– World Bank, World Development Report
8– Annual Cahange Of World GDP, IMF And Maddison Measures 1970–2001
9– World Bank, World Development Report
10– Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar,
11– M. Aydoğan, age.
12–  C. Aktan– H. Şen, Globalleşme, Ekonomik Kriz ve Türkiye, TOSYÖV Yayınları 1999