Milli Ekonomi Modeli
Prof. Dr. Haydar Baş

ULUSLARARASI MİLLİ EKONOMİ MODELİ KONGRESİ 2005 KAPANIŞ KONUŞMASI

Prof. Haydar BAŞ
27 Kasım 2005
İstanbul / Türkiye

5000 yıllık tarihiyle, 1400 yıllık Türk-İslam Medeniyeti ile ve 82 yıllık Cumhuriyet birikimiyle Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik hukuk Devleti ve Türk Milleti, Avrupa ve Asya kıtalarının kesiştiği en tarihi ve stratejik bölgede yer almaktadır.

Siyasi, ekonomik ve sosyal çatışmaların merkezinde ve hedefinde olduğu halde, tarihinden ve inancından aldığı güçle dimdik ayaktadır ve aynı zamanda tüm Türk-İslam dünyasının ve dünyanın mazlum milletlerinin son umududur.

Var olduğu günden bu yana Türk Milleti, kendisini yükselten ve yücelten tarihi misyonuna sahip çıktığı dönemlerde insanlığa adaleti ve insan haklarını doya doya yaşatmış, teknolojiyi ve medeniyeti öğretmiştir.

21. yüzyıl Ulusal Egemenlik kavramının değiştiği bir yüzyıldır. Nitekim küreselleşmenin ideologlarından John Naisbitt şu yaklaşımı sergiliyor:

Büyük şirketlerin özerk ve küçük ünitelere bölünerek, daha iyi çalışabileceklerini görüyoruz. Aynı durum, ülkeler için de geçerlidir. Eğer dünyayı tek pazarlı bir dünya haline getireceksek, parçaları küçük olmalı

Asırlar boyu sinsi bir şekilde yürütülen siyasi,kültürel ve sosyal faaliyetlerin sonucunda yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelen Milletimiz, verdiği İstiklal Savaşı neticesinde Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde Kuvay-ı Milliye ruhu ile kendine dönmüş, bağımsızlığına kavuşmuş ve özgürlük mücadelesi veren milletlere örnek olmuştur.

Atatürk, 1 Mart 1922'de yaptığı Meclis açılış konuşmasında şöyle diyordu:

Her şeyden önce milli amacımız olan bağımsızlığımızı sağlamaya ulaşmaktan başka bir şey düşünemeyiz. Bu nedenle de bizce önemli olan mali gücümüzün, bu sonucu sağlamaya yeterli olup olmayacağıdır.

...Memleketimizin gelir kaynakları, milli davamızın güvenle sonuçlandırılmasına yeterlidir. Yoksunluklar içinde olsa da milli gücümüz, bugüne kadar olduğu gibi, dış devletlerden borç almadan memleketi yönetecek ve amacına ulaştırabilecektir.

Mustafa Kemal, yeni kurulan devletintam bağımsız olabilmesi içinekonomik bağımsızlığın şart olduğunu özellikle vurgulamış, kapitülasyonları kaldırmıştır. 1923'te İzmir'de İktisat Kongresi düzenleyerek Milli ekonomiyi canlandırmaya çalışmıştır. Kongrede,ulusal bağımsızlık ilkesinden kesinlikle vazgeçilmeyeceği ve bu ilke içinde kalkınmanın gerçekleştirileceği kararlaştırılmıştır.

Yani bağımsızlık ile kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomi arasında direkt bir bağ vardır.

Devletimizin kurucusu Atatürk'ün döneminde, yani 1938'e kadar çeşitli sahalarda kalkınma plan ve projeleri uygulanmış ve çok büyük başarılar elde edilmiştir.

Bu dönemde kalkınmada uygulanan Milli Model ile ülkemiz Belçikaya uçak ihraç edecek seviyeye ulaşmıştır. Fakat Atatürk'ten sonra ülke tekrar siyasi, kültürel, ekonomik vs. topyekün bir kuşatma altına alınmış; Batılı devletler, Mustafa Kemal döneminde hayata geçiremedikleri SEVR projesini AB ve IMF yoluyla gerçekleştirmeye başlamışlardır.

Uluslar arası şirketlerin devletimizin bütçesine yön verdiği IMF ve Dünya Bankası kıskacında ülkemizin kaynaklarının ve her türlü imkanlarının kullanıldığı, özelleştirmenin, KİTlerin satışının, Uluslar arası Tahkimin, tahdit kanunlarının ve ABye uyum adı altında çıkarların yasaların hayata geçirildiği bir süreçte Türkiye, hakikattebu küçük parçalara ayrılma projesini yaşamaktadır.

Ekonomik bağımsızlığın, devletlerin bağımsızlığında gün geçtikçe daha belirleyici bir esasa dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz.

Ülkelerin, borçlandırma yöntemiyle borç veren güçlerin boyunduruğuna girmesini siyasi, sosyal, kültürel, vs. tavizlerin izlediği yeni bir silahsız savaş dönemi yaşamaktayız.

Uzun zamandan beri süregelen ülkemizdeki temel sıkıntılar, giderek kangrenleşmektedir. İşsizlik ve yoksulluk artmakta, eğitim, sağlık ve adalet kurumları fonksiyonlarını maalesef yerine getirememektedirler. İnsanımızın kendine güveni azalmakta, inkültürasyon faaliyetleri Milli kimliği de yok etmektedir.

Ümitsizlik ve güvensizlik had safhaya çıkmıştır. Ülkemiz acımasız küresel siyasi ve ekonomik politikalar karşısında adeta ezilmektedir.

Ekonomik mânada sınırların önemini yitirdiği günümüzde; küresel dünyaya hakim olan güçlerin, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere empoze ettiği ilk fikirulus-devlet anlayışının artık gereksiz olduğudur.

Bunun bir yansıması olarak Türkiyede işleyen mekanizmalarla korunması gereken ve Anayasanın 6. Maddesinde yer alanEgemenlik kayıtsız şartsız milletindir hükmü, adeta yeniden ve Atatürkün belirlediği ilkelerinin dışında bir mana kazanmaktadır.

Ulus-devlet fikrini yitiren halklar, dışarıdan gelecek görünen tehditlere ya da gizli her türlü tehlikeye açıktır ve çaresizdir. Çok ağır şartlara bağlanmış borçlar, yardım adı altındaki siyasi tavizler, yabancı yatırımın önündeki tüm engellerin kaldırılması, bunlar arasında sayılabilir. Bu yollarla yapılmak istenen ise, bağımsızlığı ortadan kaldırmaktır. Bu süreçte milleti ve toplumun refahını düşünen olmayacağı da ortadadır.

Küreselleşme oyunuyla dünyaya hakim olmak isteyen sanayileşmiş devletler, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarını kendi çıkarları için kullanmaktadırlar.

Zaten küreselleşmenin maksadı, az gelişmiş ve gelişme sürecindeki dünya ülkelerinin her türlü kaynaklarının küresel güçler tarafından sömürülmesi ve ülkelerin her alanda teslim alınmasıdır.

Dünyaya hükmeden Kapitalist ekonomilerin bugün uygulanan kurallarındadoğal seleksiyon olarak ifade edilengüçlünün zayıfı ezdiği kuralının vahşice işlediğini görmekteyiz. Gelinen noktada emperyalist bir sömürü aracına dönen ekonomi sistemlerinde halkların refahı ve ülkelerin kalkınması yalnızca sözde kalmaktadır.

2. Dünya savaşından sonra ortaya atılan yardım politikaları, az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarında kendine yer bulmuştur.

Halbuki kalkınma hareketlerini dış sermaye yatırımlarına bağlayan az gelişmiş ülkeler, yabancı sermayenin gelmesi için istenilen her şeye boyun eğerler. Buna, yabancı yardımları almak içinulusal haklardan vazgeçmek veülkeyi satma noktasına getirecek anlaşmalara evet demek de dahildir.

Yeni dünya düzeninde bunun yolu olarak, az gelişmiş ülkeler, özellikle 2. Dünya savaşından sonra dış borçlanmaya dayalı kalkınma projelerini uygulamaya teşvik edilmektedir. Bu ülkelerin içine düşürüldüğü borç batağı ile, dış destekli ekonomi programları çerçevesinde tarım, sanayi, maliye vb. alanlarda yapılan sözde reform önerileri ile yerine getirilmesi gereken bir yığın siyasi ve sosyal talep ortaya çıkmıştır.

Dışarıdan alınan kredilerin hepsi şartlara bağlıdır. Şirketler ise dış kaynaklı devlet borçlarının büyük bölümünü teşvik adı altında satın alırlar.

Devlet, dış borçlarını ödemeye çalışırken; uluslar arası şirketler ülke içinde yaptıkları yatırımlarla büyük kârlar elde ederler.

Böylece devlet ve millet borçlanırken, borcu veren ve kâr elde eden yabancı şirketler ve yerli ortakları olurlar.

Küresel dünyada büyük sermaye sahipleri, üretimden ziyade "parayla para kazanma" metodunu uygulamaktadırlar. Bu yöntemle,büyük oranda riskli ve zahmetli kazanmaya dayalı olan üretimden çekilmişlerdir.

Bu şirketler, üretimlerini, emek ve kaynağın çok ucuz olduğu ülkelere yaptırmaktadırlar. Çünkü üretim yapan geri kalmış ülkelerin para ve sermaye piyasalarındapara spekülasyonlarıyla para kazanmak daha kolaydır

Yeni dünya düzeninde sömürü yönteminin adı ve adresiuluslararası şirketlerdir. Bugün 300 uluslar arası şirketin varlıkları toplamı, tüm dünyadaki üretim varlıklarını % 25ini oluşturmaktadır. Dünya ticaretinin % 65ini 500 büyük şirket denetlemektedir.

Türkiyede uluslar arası bir şirketin ortak olmadığı holding yok gibidir. Bu şirketler, dış yatırımlar için gerekli sermayenin çok küçük bir bölümünü kendi imkanları ile sağlarken, % 85-90 gibi önemli kısmını ise sermaye ihraç edilen ülkenin kaynaklarından temin ederler.

Şu örnek bile, Türkiyedeki uluslar arası şirketlerin milletin ve devletin kaynaklarını kendi çıkarlarına kullandığını ispat için yeter de artar: 1973 yılında ülkemizde faaliyet gösteren yabancı şirketler, yatırım sermayelerinin % 81i kadar borçlanmışlar ve bu borçlanmanın % 96sını Türkiye içinden yerel kredilerle sağlamışlardır

Gelinen noktada, paradan para kazanmak maksadıyla dünyada serbest dolaşan para miktarı, dünya ticaret hacminden neredeyse 20 kat daha büyük bir rakama ulaşmıştır. Bu kadar büyük paraların yıkıcı ve spekülatif etkileri ise malumdur.

Bu sebeple IMF, gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelere ekonomik programlar tavsiye etmektedir.

Ancak tavsiye edilen programların amacı, ekonomimizi istikrara kavuşturmak değil, küresel sermaye gruplarının ülkemizin pazar ve kaynaklarını ele geçirmesidir. IMF'nin, en stratejik ve kârlı kurumlarımızın özelleştirilmesini istemesinin sebebi budur.

Bu süreçte isegüçlü devlet, ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Küresel sermayenin, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden Dünya Bankası ve IMF kredileri karşılığındaki istekleri sadece verdikleri paranın geri iadesi olmamaktadır. Verilen krediler, tarım ve hayvancılığı bitiren, ülke halklarını aç bırakma noktasına getiren ağır kalkınma programlarının da uygulanmasını şart koşmaktadır.

Nitekim bu talepler Türkiyenin de önüne konmuştur. Son dönemde Türkiyede çıkarılan Şeker yasası, Tütün yasası, tarım ürünlerinin ekimine yönelik Tahdit kanunları vs. kısıtlamalar ile çiftçi çok zor durumdadır.

Destekleme alımlarını kaldırılması, düşük faizli tarımsal kredi uygulamalarının kaldırılması, sübvansiyonların kaldırılması ile zaten toprağa tohum atmaz hale gelen çiftçi; ektiğini de pazar bulamadığı için satamaz noktaya getirilmiştir. Şeker pancarı, tütün, buğday, şeftali, incir, kayısı vs. ürünler çiftçinin elinde kalmaktadır.

Aynı durum havancılık için de geçerlidir.

Global ekonomi anlayışında özelleştirme konusu da, yabancı sermayenin bir ülkeye girmesi için önemle istenilen bir şarttır. Ülkemizde kâr getiren kamu kurumları, ederinin çok altında değerlerle satılmaktadır.

ERDEMİR, PETKİM, POAŞ, TÜPRAŞ, SÜMERBANK, KÜMAŞ, ORUS, ET VE BALIK KURUMU, SEK, TOFAŞ, THY bunlar arasındadır.

Üstelik özelleştirme konusunda Türk hükümetinin değil, Dünya Bankasının söz sahibi olduğu da çekinilmeden açıklanmaktadır.

1995 yılında dönemin Özelleştirilme İdaresi Başkanı Ufuk Söylemez, PTTnin Tsinin satışı ile ilgili olarak şunları söylemişti:Telekomünikasyon hizmetleri, Dünya Bankasının istekleri ve koordinasyonları doğrultusunda, tüm dünyada kabul edilmiş uluslar arası yöntemlerle özelleştirilecektir. Biz burada Dünya Bankası ve danışman Firmanın öngördüğü yöntemler dışında hareket edemeyiz. (Bkz. Cumhuriyet, 03.06.1995)

Özelleştirme İdaresi başkanlarından Uğur Bayar ise,Biz, IMF her geldiğinde söylediğimiz resmi tutturmuş durumdayız. Bu yılın birinci çeyreğinde şunlar olacak dedik oldu. İkinci çeyreğinde şunlar olacak dedik oldu. Üçüncü çeyrek için öngörülen THY ve ERDEMİRin sürecinin başladığını da görüyorlar. diyor ( Bkz, Hürriyet, 29.06.1998)

Türk Milletinin menfaatlerini zerre kadar gözetmeksizin, tamamen dışarıdan gelen baskılarla yapılan özelleştirmelerde verilen rakamlar kurumların adeta peşkeş çekildiğini göstermektedir. Mesela, Petrol Ofisi Anonim Şirketi POAŞ, 3 Mart 2000 günü 1 milyar 260 milyon dolara satılmıştı.

Yetkililer, aynı tesisin kurulması için 8 milyar dolara ihtiyaç olduğunu belirtmektedir. POAŞı alanlar, peşin ödemek zorunda oldukları miktarın ¾ünü satın aldıkları kurumun kasasında bulunan para ile ödemişlerdir.

1998de Turkcell ve Telsime cep telefonlarını işletme hakkı, 25 yıllık bir süre için verilmiştir. 500er milyon dolara yapılan bu anlaşmadan sonra iki firma, sabit ücret adı altında aldıkları paralar ile ödemeleri gereken bedeli 2 yıl içinde vatandaştan toplamışlardır.

Özelleştirmelerde binlerce işçinin ve kalifiye insanının işsiz kalması da Türkiyenin bir diğer acı fotoğrafı olmuştur.

İşte bu küresel oyunlar neticesinde getirildiğimiz durum şöyledir:

1- Bugün ülkemizde vergi gelirlerinin tamamı, iç ve dış borçlarımızın faizlerini dahi karşılayamaz durumdadır.

2- Ülkemiz,yüksek faiz döviz borç kısır döngüsü içindedir.

3- Ülkemizin TELEKOM, PETKİM, TÜPRAŞ gibi yüksek kar getiren kuruluşları, değerinin çok altında fiyatlar karşılığında özelleştirilmiştir.

4- Piyasalarda tedavülde olan yerli para miktarı yeterli değildir. Ekonomideki bu açığı Merkez Bankasının kapatmasına karşı olanlar, bu işleri bankaların çek ve plastik para denilen kredi kartlarıyla yapılmasını istemektedirler. Piyasada para yerine kullanılan bu araçlarla, bankalar faiz işleterek yeni bir kazanç kapısı elde etmektedirler.

5- Devlet borç yükünü çevirmek için Hazine ihaleleri ile bankalara başvurmaktadır. Yani özetle devletin para basma vazifesini yerine getirmemesi, kaynakları haksız bir şekilde bankalara ve parayla para kazanan küresel sermaye gruplarına aktarılmasına sebep olmaktadır.

6- Türkiyede devlet piyasanın ihtiyacı olan emisyonu sağlayamadığı için, ABD Merkez Bankası para basarak Türkiyedeki bu açığı gidermekte ve böylece yabancı para birimleri milli paramızın yerini almaktadır.

Uzun yıllardır ülkemizde başa gelen hükümetler, ekonomi yönetimini IMFye devretmişlerdir. Seçim vaatleri arasında yer alanIMF ile yola devam sözleri bugün Türk halkının yaşadığı geçim darlığının ana sebeplerindendir.

4 Ocak 1998 yılında Los Angeles Times'da yayınlanan bir araştırmaya göre, IMFden uyum kredileri ile borç alan ülkelerden % 54ünün durumunun kötüleştiği % 36sının da tamamen bozulduğu ifade edilmiştir

Türkiye, Dünya Bankasının 1998 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, 133 ülke içinde GELİR DAĞILIMI EN BOZUK ilk 25 ülke arasında yer almaktadır.

Türk Ekonomisi, 1999 yılında Cumhuriyet tarihinin en büyük küçülmesini yaşamıştır.

1999 yılında IMF, Türkiyeye mali destekli yeni bir anlaşma yapılabilmesi için Türkiyenin Bankalar Yasası, Sosyal Güvenlik Yasası, Uluslar arası Tahkim, Özelleştirme gibi sözde reformlarını yapması gerektiğini bildirmiştir.

Yerine getirilen bu sözde reformlar ile Türk halkı hızla yoksullaşırken, uluslar arası şirketler ile onların ortaklığı olan holdingler büyük kârlar elde ediyorlardı. Çıkarılan yasalarla beraber devlet zarar etmekte, kâr getiren kurumlar satılmaktaydı.

Borçların karşılanması için halktan devamlı yeni vergiler alınmasını tavsiye eden IMF yetkilileri, uluslar arası şirketlerin önündeki tüm sıkıntıları kaldırmaktaydı.

Uyuşmazlıkların çözümünde Türk mahkemelerine değil de,yabancı hakeme gitme zorunluluğunu getiren TAHKİM uygulamasının ülkemizde kanunlaştırılması da kapitalist düzenin ülkeler üzerinde söz sahibi olmasının önünü açmaktadır.

Tahkimi Anayasaya koyan 57. Hükümet, 4501 sayılı yasa ile Tahkimin geriye dönük olarak işletilmesini de kanuna bağlamıştır.

1998 yılında Meksika halkı ile ABDli bir şirket arasında geçen bir hadise, yabancı sermayenin bir ülkeye girmeden önce neden Tahkimi şart koştuğunu göstermektedir:

Meksikada faaliyet gösteren ABDli ETHYL CO. (ETİL KO) firması, kimyasal atıkları içme suyuna karıştırıyordu. Halkın tepkisi ile mahkemeye intikal eden olayda, Meksika hükümetinin Tahkimi kabul etmesi sebebiyle konu, Uluslararası Tahkime götürüldü.

Uluslararası Tahkim, yerel mahkemelerde dava açılarak Tahkim anlaşmasına uygun davranılmadığı gerekçesiyle, suyu zehirlenen halkı değil, firmayı haklı görmüştür.

2000 yılında IMF vereceği borç paranın karşılığındaEk Niyet Mektubu adı altında Türkiyeden neredeyse SEVRden daha ağır şartları yerine getirmesini istedi.

57. Hükümetin kabul ettiği bu şartlar arasında Türk Telekom, THY, Makine Kimya Endüstrisi, Tekel, Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi;

Elektrik Piyasası kanunu, Şeker kanunu, TEAŞ kanununun belirlenen zamanda çıkarılması; tarımda sübvansiyonların kaldırılması, vergilerin arttırılması, buğday destek alımlarının sınırlandırılması, tahıl stoklarının düşürülmesi, memur maaş zamlarının tüm yıl içinde % 10u aşmaması şartları vardı. Bunların hepsi bir bir yerine getirilmiştir.

Görüldüğü gibi IMF, yalnızca para satan uluslar arası bir kuruluş olmanın çok ötesindedir. Türkiyeye verdiği borçların karşılığında istediği siyasi, sosyal, ekonomik pek çok taviz vardır.

Ve ilerde izah edeceğimiz yolların uygulanması yerine, para bulmanın tek yolu olarak IMFyi gören hükümet aslında ülkemize ve insanımıza yarardan çok zarar vermektedir

Yukarıda bazı konu başlıklarıyla ele aldığımız tablo bugünün Türkiye gerçeğidir. Ülkemiz, iç ve dış borçları 400 milyar dolara baliğ olmuş, ekonomi yönetimi IMFye teslim edilmiş, üretimini nerdeyse sıfırlamış, tarım ve hayvancılığı bitmiş, yer altı kaynakları yabancılara satılmış vaziyeti ile gerçekten Kurtuluş savaşından daha ağır şartlar altındadır.

Bu tabloda gerçekten ezilen ve hakları elinden alınan kesim Türk Milletidir. Hiç hak etmediği halde mağdur olan Türk halkıdır.

Kapitalist anlayışta çarkların dönmesi için, yani belli çevrelerin para kazanabilmesi için ülkelerin ve halkların bu hale getirilmesi sistemin bir gereğidir.

Siz eğer bu manzara ile karşılaşmak istemiyorsanız, başka bir sistemi hayatınıza geçirmek zorundasınız.

Konuşmamıza başladığımız zaman değindiğimiz gibi, ekonomik bağımsızlığın sağlanması ve ulus-devlet anlayışının muhafazası, bağımsız bir devlet olmak için bir zorunluluktur.

Ancak böyle bir ülkede millet yararından ve refahından bahsedilebilir.

Kapitalist ekonomi anlayışında ise bunlar neredeyse imkânsızdır.

Bir grup sermaye sahibi, dünya üzerinde hakimiyet kurmuşken, kendi menfaatlerinin dışında bir düşünceye hak tanımalarına imkan yoktur.

O halde Türk Milletinin ve aslında kapitalist anlayışın altında ezilen tüm halkların hakkını vermek için kendi modelimizi oluşturmaya ve hayata geçirmeye ihtiyacımız vardır.

Ağır tavizler altında ezilen ve hakları gasp edilmiş Yüce Milletimize bu haklarını verecek, küresel güçlere değil, milletine hizmeti gaye edinmiş, ona özlediği refahı, bolluğu, zenginliği sağlayacakbizim olan, bizden olan bir modelin hayata geçirilmesi zaruridir.

İşte Milli Ekonomi Modeli bu zaruretten doğmuştur.

Yukarıda ülkemizin yanlış ekonomi politikaları ile ne noktaya getirildiğinin örneklerini görüyoruz.

Bunların yanında dünya ekonomileri için çok önemli olan şu 3 mesele de İktisat tarihi boyunca halledilememiştir:

1- Adil bir gelir dağılımı,

2- Sürekli büyümenin yakalanması,

3- İstihdamın sağlanması, yani işsizlik konusunun halledilmesi

İşte Milli Ekonomi Modeli, halledilemeyen bu 3 mesele temel alınarak doğmuştur. Ve esasında bunlara çözüm getirmektedir.

Bu nedenle bir anti-tez değil, problemlerin çözümü ve halkların refahı için yegâne tezdir.

Şimdi tezimizi ana başlıkları ile ele alalım

İktisat literatürüne sunmuş olduğumuz bu tez, bir Rus dostumunSosyalizmden biz çektik, kapitalizmden ise dünya çekiyor, bizi ve dünyayı kurtaracak; gelir dağılımını düzeltecek; sürekli büyümeyi ve tam istihdamı sağlayacak ekonomi modeli nedir şeklindeki sorusunun cevabıdır.

Bu soru, insanlık tarihi kadar eski ekonominin geçmişinde sorulmuş; ancak bugüne kadar cevabı verilememiştir.

Her ekonomi modeli, bir kültürün ve bakış açısının eseridir. Kapitalizm, Batı insanının ekonomiye yaklaşımının neticesidir.

Milli Ekonomi Modeli ise, bize ait değerlerin, Müslüman Türk kimliğinin sahip olduğu ölçünün ışığında vücuda getirilmiştir.

Bu bağlamda Milli Ekonomi Modeli, diğer denenmiş iktisat sistemleri karşısında bir anti tez değil; tamamen özgün kuralları ile ekonomiye yepyeni bir bakış açısıdır. Bu yönüyle tezimiz sadece ülkemizi değil, dünya halklarını da refaha ve gerçek mutluluğa kavuşturacak yegâne çözümdür. Her bahsi dikkatle incelenmelidir.

Peki Milli Ekonomi Modeli nedir

Milli Ekonomi Modeli, insanın sınırlı ihtiyaçlarının sınırsız kaynaklardan karşılanması ilmi; ve yine ülkelerin gerektiğinde her türlü mal ve hizmeti üretebilme gücüne sahip olmasının yanı sıra iç ve dış harcamalarını borçlanmadan temin edebilmesinin formülüdür. Bu yönüyle Milli Ekonomi Modeli, ülkelerin ve milletlerin kalkınmasının ve ekonomik bağımsızlığının tek yoludur.

Tezimizi değerlendirmeye ekonominin temel meselesi olanihtiyaçlar ve kaynaklar konusuna getirdiğimiz yeni bakış açısıyla başlayalım.

Bilindiği gibi ekonominin hedef ve gayesi insandır. İnsanın özelliklerinden ve ihtiyaçlarından yola çıkılarak oluşturulmamış bir modelin başarıya ulaşması zor, belki de imkânsızdır.

Günümüz iktisat modellerinde, neticenin başarısız olması da bu gerçeği ortaya koymaktadır. Zira, bu modellerin tamamıinsanı tarif etmek yerine, onukendi sistemlerine uygun olarak tanımlayarak konuya yanlış bir giriş yapmışlardır.

Mesela, kendi çıkarlarını en yüksek düzeye çıkarmayı amaçlayan İKTİSADİ İNSAN kavramı kapitalizmin model insan tipidir. Ve küçük bir azınlığın dışında, toplumları refaha ve rahata kavuşturamadığı ortadadır.

Batının insana bakışı ile şekillenen iktisat sistemleri ekonominin konusunuinsanın ihtiyaçlarının sınırsız olduğu yanlışı üzerine bina etmişlerdir. Bunlara göre ihtiyaçlar sınırsız olmasına rağmen, karşılanmaları için gerekli olan  kaynaklar ise sınırlıdır.

İhtiyaçları sınırsız olarak kabul eden bu sistemlerde,Ne, Kimin, Ne kadar üretilecek sorularına verilen cevaplar haliyle kıt olduğu zannedilen kaynakların ışığında olmuştur. Neticede toplumların belli bir kesiminin refaha ulaştığı dar modeller üretebilmişler; geri kalan büyük çoğunluğun açlık ve sefaleti ise halledilemeyen, daha doğru ifadeylekaynaksızlık nedeniyle halli mümkün olmayan sorunlar olarak iktisattaki yerini almıştır.

Bu nedenle kapitalizmde sömürü mantığı, az olan kaynaklara ulaşmak için geçerli bir yoldur. İşçi kesimi bu nedenle köle olarak görülmektedir. Kapitalist sistemin işçi anlayışı için bir nevimodern köleliktir diyebiliriz.

Bilinen bir gerçektir ki, ihtiyaçları sınırsız ve kaynakları sınırlı olarak gören Batı, bugüne kadar toplumlarda refahı temin edecek bir başarı elde edememiştir.

Peki Milli Ekonomi Modelinde insan faktörü nasıl ele alınmaktadır

Tezimize göre; kaynakların, insanların ihtiyaçlarına yetmeyeceği yönündeki iddia yanlıştır. Tam tersine insanoğlunun her bir ihtiyacı için, uzayda ve dünyada,hem sınırsız, hem de sürekli yenilenen binlerce kaynak mevcuttur. Buna karşılık sınırlı olan ise insanın ihtiyaçlarıdır.

Söz konusu insan olduğunda, şayet bir sınırsızlıktan bahsedilecek ise buonun ihtiraslarıdır. Yoksa insanın yemek, içmek, ısınmak, giyinmek, barınmak vb. çok karmaşık olmayan sınırlı ihtiyaç kalıpları varken, bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere yüzlerce hatta binlerce kaynak saymak mümkündür.

Yalnızca modelimizde doğru değerlendirilmesi yapılan bu sınırsız kaynaklara örnek verecek olursak; madenler, enerji sistemleri (güneş enerjisi, nükleer enerji, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji, biomas enerji, dalga enerjisi,  akıntı enerjisi, yakıt hücreleri ), tarım, hayvancılık ve yan mamulleri, orman ürünleri, deniz ürünleri gibi yeryüzünde bilinen ve bilinmeyen ve sürekli olarak kendini yenileyen binlerce kaynak mevcuttur.

İhtiyaçların sınırlı ve fakat bunları karşılayacak kaynakların sınırsız olduğu yönündeki tespitimizin doğruluğunun bir ispatı da, bugün Batı toplumlarında ve Türkiye de de yaşadığımızdeflasyon problemidir... Talep yetersizliğinden ortaya çıkan bu sorun, eğer, kaynaklar ihtiyaçlara göre kıt olsa idi, yaşanmazdı.

Yeri gelmişken sadece Milli Ekonomi Modeli ile çözülebilecek olan deflasyon hastalığından bahsedelim.

Bilindiği gibi deflasyon, fiyatlar genel seviyesindeki sürekli düşüşün adıdır. Enflasyon ile karşılaştırıldığında çok daha tehlikeli olan bu problem, bugün başta ülkemiz olmak üzere, dünyanın hemen hemen her yerinde tüm ülke ekonomilerini tehdit etmektedir.

Fiyatlar genel seviyesindeki genel düşüş, toplam talebin yetersiz kalmasından kaynaklanır. Bu durumda ise firmalar, üretim kapasitesini kısma yoluna gider, işçi çıkartırlar. Bir taraftan tüketiciler, fiyatların daha da düşeceği zannı ile var olan taleplerini daha da kısarlarken, diğer yandan artan işsizlik eksik olan talebi daha da aşağıya çeker.

Meseleyi ele alan Kapitalist anlayışın klasik ayağında, fiyatların ve işçi ücretlerinin esnek olduğu ve sistemin kendi kendini tamir edeceği yanlışı kabul edilmiştir.

Piyasaların kendi kendine dengelenme fikrini kabul etmeyen Keynesyen yaklaşım ise, kamu harcamalarını arttırarak talebi desteklemeyi savundu. Kısmen netice veren bu uygulamada, kamu harcamaları için kullanılan paranınmaliyetli para olması sonucu zamanla ülkeler hem enflasyon, hem de borç sarmalı ile karşı karşıya geldi.

Çünkü faizle alınan borç para neticesinde hükümetler, bu borçları ödemek için vergi oranlarını arttırmak ve hem cari, hem de sosyal harcamalarını kısmak zorunda kaldılar.

Bu durumda, bir taraftan artan vergiler nedeniyle üretimde maliyetler yükselirken, diğer taraftan hem kamunun orta vadeli harcamalarını kısmak zorunda kalması, hem de vergilerle  piyasadan paranın çekilmesi, hane halklarının talebinin de kısılmasına neden oldu. Neticede dünya ekonomileri, hem işsizlik hem de enflasyon denen yeni bir hastalıkla, stagflasyonla tanıştı. Kapitalist anlayışın göremediği nokta, deflasyon hastalığında sebep, halkın tüketmemesi iken, bu açık maliyetli para ile yapılan kamu harcamalarıyla kapatılmaya çalışılmıştır.

Bu noktada Milli Ekonomi Modeli ile sorunun çözümüne geçmeden önce bir durumu tespit etmek gerekir: Büyüyen ekonomiler, neden belli bir süre sonra durağan bir döneme girmekte ve sürekli büyümeyi sağlayamamaktadır

Sadece Milli Ekonomi Modelinde doğru olarak ele alınan bir başka temel mesele de şudur: Her arzın kendi talebini oluşturacağı düşüncesi ciddi bir yanlıştır. Eğer büyüyen bir ekonomiye sahipseniz, bu büyümeyi karşılayacak tüketim miktarının üretimden elde edilen gelirle sağlanması mümkün değildir. Her dönem bu büyümeye mukabil eksik kalan tüketim miktarının emisyon ile kapatılması zaruridir.

Bu durumdaki ülkelerde belli bir büyüme yakalandığında, büyümenin olduğu her yıl talep eksikliği daha da artmaktadır.

Birkaç yıl sonra bu talep yetersizliği, büyüyen ekonomilerde içinden çıkılmaz bir problem halini alır. Bu durumu, vücudu büyüyen bir insanın o bünyeyi taşıyacak kemik yapısı gelişmediği için tüm bünyenin ağırlık karşısında kırılmasına benzetebiliriz.

90 lı yılların başında bu görüşlerimizi ilk defa dile getirdiğimizde dünya henüz deflasyonla karşılaşmamıştı. O günlerde dünya ekonomilerinin gelecek on yıl içinde ciddi birpazar problemi yaşayacaklarını, özellikle hızlı büyüyen ekonomilerde gerekli emisyon ayarlamalarının yapılmaması halinde deflasyon sürecini yaşayacaklarını ifade etmiştik.

Hatırlarsanız, 90lı yılların ortalarında ilk olarak Japonya, deflasyon sürecine girdi. Nominal faizler sıfırlanmasına rağmen reel faiz oranları pozitif kaldı. Japon hane halkları, satın alma güçleri düştüğü ve geleceğe güvenleri kalmadığı için harcamalarını iyice kıstılar. Bu da fiyatların düşmesine, stokların artmasına neden oldu. İşçi çıkartmalar bu süreci takip etti. Japon ekonomisi, halen içine düştüğü bu ortamdan çıkamamıştır.

Ayrıca, şu anda ABDye ihracata endekslenmiş Japon ekonomisi, elinde tuttuğu 800 milyar dolarlık ABD parası ile büyük sıkıntı içindedir.

Diğer taraftan 2003 yılı Ocak ayında televizyonlarda yaptığımız çeşitli açıklamalarda, Alman ekonomisinin 2003 yılında durağanlaşacağını, bunun akabinde işsizliğin artacağını ifade etmiştik. Almanyanın Mastrich kriterlerini askıya alıp, kamu harcamalarını arttırmak, hatta çok kısa bir zaman içerisinde borç almak zorunda kalacağını söylemiştik.

Kısa bir süre sonra dediklerimiz aynen gerçekleşmeye başlamıştır. 2003 yılında Alman ekonomisi önce durağan bir döneme girdi. Sonra işsizlik artmaya başladı. Bugün itibari ile Almanyada son 72 yılın en büyük işsizlik oranı yaşanmaktadır. İşsiz sayısı 5 milyonu aşmıştır. Bu arada 40 milyar dolarlık dış borç alan Almanyanın, Mastrich kriterlerine de uymuyor olması AB içerisinde ciddi bir tartışmayı başlatmıştır.

Görünen şu ki, bu uygulamaların hayata geçirildiği Avrupa Birliği daha önce de ifade ettiğimiz gibi, en geç 15 sene içinde dağılmak durumunda kalacaktır.

Almanya büyüyen bir ekonomiye sahipti. Markı bırakıp Euroya geçtikten sonra, bu büyüyen ekonomiye karşılık piyasada bulunması gereken para miktarı emisyon ile karşılanamadı. Zira para basma hakkı, Berlindeki Bundesbanktan alınarak, Frankfurttaki Avrupa Merkez Bankasına geçmiştir.

Ekonomilerde ortaya çıkan deflasyonun tek sebebi, eksik talep de değildir. Bazen piyasalarda fazla miktarda para olmasına rağmen, yine de ekonomiler deflasyona girebilirler. Zira gelir dağılımındaki dengesizlik de, deflasyonu doğuran en temel sebeplerden biridir.

Eğer toplumun önemli bir bölümü, belli bir gelir seviyesinin altına düşerse, artık tüketme kabiliyetini yitirmiş demektir. Piyasada fazla miktarda para olsa bile, bu tüketim kesimine yeniden tüketme kabiliyeti kazandırılmadan ekonominin deflasyondan çıkması mümkün değildir. Yani, sadece faiz oranlarının düşürülmesi ile tüketimin arttırılması bu durumdan çıkış için yeterli değildir.

Nitekim ABD örneğinde bu dediklerimiz ispatlanmaktadır. Faiz oranlarını uzunca bir süre %1lere çeken FED, deflasyondan çıkmayı hedefledi, ama ancak kısmen başarılı olabildi. Çünkü ABD, halkının  büyük bir kısmı geçim sıkıntısı çekmektedir.

Ayrıca faiz oranlarını adeta sıfırlama gayretindeki ABD, toprakları dışında bulunan karşılıksız parasının kendisine geri döneceğinden korktuğu için bu durumu fazlada sürdürememiştir.

Türkiye örneğine bakacak olursak; durum, pek de farklı değildir. Yüksek girdiler nedeniyle maliyetler artarken, diğer taraftan da uygulanan faiz politikaları ile piyasadan para çekildiği için talepte ciddi bir daralma yaşanmaktadır. Böyle bir ekonomide yapılan TEFE ve TÜFE hesaplamaları da yanlıştır.

Bir ekonomide yüksek oranda maliyet enflasyonu var ve aynı zamanda ciddi bir talep daralması yaşanıyor ise, bu hesaplama yöntemi yanlıştır. Örneğin siz, buğday ekiyorsunuz. Buğdayın fiyatı, talep azlığından dolayı % 30 düşüyor. Ama buğdayı elde ederken kullandığınız gübre ve mazot % 35 artmışsa, bugünkü hesaplamalarla % 2.5  olması gereken enflasyon, köylü için % 65tir.

Bu bağlamda ülkemiz için çözüm, bir taraftan üretim maliyetlerini aşağıya çekecek bir Maliye politikasının ve tüketimi tetikleyecek bir Para politikasının aynı anda devreye konmasıdır.

Gelir dağılımımızda da ciddi bir dengesizlik vardır. Bu da deflasyonun önemli bir sebebidir.

Bugün dünyada hakim olan anlayışta, üretim değil, para ile para kazanma yöntemi tercih edilmiştir.

FEX piyasalarında günde ortalama 2 trilyon dolar işlem görürken, dünyadaki yıllık toplam ticaret hacmi sadece 6,5 trilyon dolar civarındadır. Bu yöntemle paranın belli ellerde stoklanması, toplumda istenilen talebin ortaya çıkmasına engeldir. Uyguladıkları faize dayalı politikalarla Kapitalist anlayışın bu sorunu çözmesi imkansızdır.

Deflasyondan kurtulmak için tek bir program yeterli değildir Aynı anda hem para politikası, hem maliye politikası, hem bunlara uygun dış ticaret modeli uygulaması, hem de Sosyal Devlet anlayışını hayata geçirmek gerekir.

Tüm açıklığıyla ifade ediyorum ki, ülkeler, Kapitalist anlayışı terk ederek, Milli Ekonomi Modelini hayatlarına geçirmedikleri sürece bu hastalıktan kurtulamazlar.

Görüldüğü gibi ihtiyaçları sınırlı olan insanın, ihtiyaçlarının karşılanması noktasında bir problemi yoktur. Ekonominin sorunu kaynak fazlası nedeniyle bunu toplumun tamamının kullanımına açacak projelerdir.

Kaynakların sınırsız olduğu kabul edildiğinde, Milli Ekonomi Modeline göre asıl mesele, bu kaynakları değerlendirmek ve toplumun her kesiminin adaletli bir şekilde istifadesine sunmaktır.

Tezimize göre bunu yapacak olan da, kaynakları tüm insanlığın hizmetine sunacak bir sorumluluk ve hesap verme duygusuna sahip insandır.

Milli Ekonomi Modeli, ekonominin yalnızca bir meselesini değerlendirmek yerine, tamamını inceleyen ve biri halledilirse diğeri çözümsüz bırakılan sorunların tamamına çözümler getiren tek modeldir.

İktisat tarihinde bilinen böyle kapsamlı ikinci bir tez mevcut değildir.

Tezimize göre ekonominin tüm problemleri birbirine zincirleme bağlıdır. Ve bir meselenin halli için tek bir konunun değil, onunla bağlantılı her meselenin çözülmesi gerekir. Sadece Milli Ekonomi Modelindeki sistemin yapabildiği butopyekün çözüm modeli  dünya ekonomilerinin tek kurtuluşudur.

Çözümlerimize Milli Ekonomi Modelinde getirilenPara tarifi ile başlayalım.

Kapitalist anlayışa göre para, sadece mübadele ve tasarruf aracıdır. Bu anlayışta paranıntahrik unsuru olması veemek ve üretimin karşılığı olması özelliği yok sayılmaktadır.

Para hakkında bilgi sahibi olmak için onun hangi fonksiyonları yerine getirdiğinin bilmek gerekir.

Milli Ekonomi Modeline göre paranın 4 temel özelliği vardır.

1- PARANIN TAHRİK UNSURU OLMASI:

Modelimizde para, emeği tahrik ederek mal ve hizmet üretimini sağlayan bir araçtır.

Yani para, diğer iktisat ekollerinin iddia ettiği gibi ekonomiler üzerindeetkisiz eleman değildir. Bilakis,  işlemci olarak, üretim ve tüketimle ilgili niyetlerin açığa ve ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. Bu özellik yalnızca Milli Ekonomi Modeli ile iktisat literatürüne girmiştir.

2- EMEĞİN VE ÜRETİMİN KARŞILIĞI OLMASI:

Günlük hayatta para olmadığında gıda, giyim, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlar karşılanamayacağı gibi; yeraltı ve yerüstü kaynaklarını çıkaracak emek de devreye konamaz.

Para, harekete geçirdiği emeğin ürettiği mal ve hizmetin karşılığıdır. Üretimi devreye koyacak paranın başlangıçta karşılığı olmayabilir. Ama üretimle beraber para, kendi karşılığını hatta daha fazlasını oluşturma kabiliyetindedir. Zati değeri olmayan paranın maliyeti, üretim faktörlerini devreye koyarak elde edilecek mal ve hizmetin değerinden çok daha az olacaktır.

Paranın bu vasfı da yalnızca Milli Ekonomi Modeli ile ortaya çıkmıştır.

Milli Ekonomi anlayışında piyasalarda dolaşan para maliyetsiz olduğu için, emeği tahrik edecek ve üretim faktörlerini devreye koyacak para da maliyetsizdir. Başlangıçta zati değeri olmayan para, emeği tahrik etmek ve devreye koymak suretiyle, mal ve hizmet üretimini sağlayarak kendine karşılık bulur.

Emeğin ve üretimin karşılığı olarak devreye girecek olan para, atıl duran insanların emeğini harekete geçirir. Nitekim mesela, yol yapımı için gerekli olan malzemeler dağlardan temin edilerek, yollar insanların hizmetine sunulabilir. Bu sayede hem insanların emeği değerlendirilecek, hem de yol yapılarak ekonomik bir değer oluşturulacaktır.

3- PARANIN DEĞİŞİM (MÜBADELE) ARACI OLMASI:

Piyasada bulunan her türlü mal ve hizmet, para ödenerek satın alınır. Bu, paranın mübadele özelliğidir. Değişimin tam olarak yapılabilmesi için piyasada yeterli miktarda paranın bulunması gerekmektedir.

Liberal ekonomilerde tedavüldeki bu para maliyetlidir. Maliyetli para üretimde kısıntıya neden olur. Talep daralması da görülür.

Liberal anlayışta temel yöntem olan paranın faizle piyasadan çekilmesi, mübadelenin sağlıklı yapılmasını engeller. Paraya olan ihtiyacın emisyonla piyasalara iadesi engellenerek piyasalara para satanların önü açılmış olur. Neticede toplum, tüketim kabiliyetini kaybeder ve en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz olur.

Artan dünya nüfusunun tüketim yapamaması, üretim miktarının yetersizliğinden değil, insanların o tüketimi yapacak paradan mahrum olmalarından kaynaklanmaktadır.

Milli Ekonomi Modelinde mübadele için piyasada olması gereken para maliyetsizdir. Bu sayede paranın piyasalarda dönmesi, serbestçe dolaşımı, reel ekonomiye katkısı sağlanmaktadır. Mübadelenin yaygın şekilde yapılmasını sağlayan Milli Ekonomi Modeli, üretilen mal ve hizmetin değerinde mübadele yapılabilmesi için arz ve talebin dengede olmasını şart koşar.

Milli Ekonomi Modelinde denge, belirli bir matematik ölçüsü içerisinde, arz ve talebin bazen ayrı ayrı, bazen de aynı anda emisyonla desteklenmesiyle sağlanır. Bu yaklaşım ileride ele alacağımız sürekli büyümenin de formülüdür.

4- PARANIN TASARRUF ÖZELLİĞİ:

Liberal ekonomilerde paranın tasarruf edilmesindeki amaç faizle para kazanmaktır.

Dolayısıyla Liberal anlayışın değer saklama aracı olarak paraya yüklediği fonksiyonlar:

a- Paranın üretimden çıkıp, reel ekonominin dışına kaymasına,

b- Paranın tekelleşmesine,

c- Dünyada üretilen mal ve hizmetin global güçlerin eline verilmesine,

d- Üretim maliyetlerinin artmasına,

e- Talebin daralmasına,

f-  İşçi ücretlerinin ve verimliliğin düşmesine neden olur.

Milli Ekonomi Modelinde piyasadaki para maliyetsiz olduğu için değer saklama aracı olarak para,

a- Mal ve hizmet üretimi,

b- Günlük tüketim ihtiyacının karşılanması,

c- Düğün, seyahat, hastalık gibi ileriye dönük ihtiyacın karşılanması için tasarruf edilir.

Tasarruf aracı olarak paraya yüklenen fonksiyon

a- Paranın serbest dolaşımına,

b- Üretim ve talebin artmasına,

c- Gelir dağılımının düzelmesine neden olur.

Şimdiye kadar yanlış uygulanan para politikaları ile, kişilerin tüketim kabiliyeti engellendiği gibi kaynakların da yeterince kullanılması imkansız hale getirilmiştir.

Modelimizde, bugün hızla gelişen ekonomilerde nedeni anlaşılamayan DURAĞAN DÖNEMDEN ÇIKIŞ VE BÜYÜMEDE SÜREKLİLİĞİN SAĞLANMASI temin edilirken, bir yandan da halledilmesi imkânsız gibi görünen İŞSİZLİK problemine çare olunmaktadır.

Bunun yolu olarak Sosyal Devlet anlayışı içinde ele alınan; ülke kaynaklarının, emisyonla desteklenmiş faizsiz krediler ve devlet millet ortaklığı ile kurulacak üretim tesisleri yoluyla harekete geçirilmesi, üretim ve tüketimin beraber desteklendiği bir üretim seferberliği başlatılmasıdır.

Milli Ekonomi Modeli, üretimde devlet desteğinin sağlanması ile maliyetlerin aşağı çekilmesi, vergisiz bir ekonomi, faizsiz bir ekonomi, keyfi fiyatlandırmaya devlet tarafından engel olunması yaklaşımları ile de ENFLASYON sıkıntısını halletmektedir.

Bu bağlamda Milli Ekonomi Modeli, Kapitalist sistemin günümüze kadar çözemediği ve artık krizleriyle kabul ettiği GELİR DAĞILIMINDA DENGE, SÜREKLİ BÜYÜMENİN YAKALANMASI, TAM İSTİHDAMIN SÜREKLİ SAĞLANMASI meselelerini de tarihe gömmektedir.

Tezimizde devletin önemli bir vazifesi de, millete ait olan yeraltı ve yerüstü kaynaklarının milletin kullanımına açılmasının sağlanmasıdır. Bu sayede millete ait olan kaynakların yine millet tarafından işletilmesi ve kullanılması sağlanırken, bir taraftan da kaynakların doğru olarak işletilmesi ile üretim seferberliğinin hayata geçirilmesine katkıda bulunulacaktır.

Mesela, ülkenin herhangi bir yerinde bulunan petrol madeni bu ülkenin tamamına aittir. Ve milletin tamamına fayda verecek şekilde devlet tarafından işletilmelidir. Bu model devlet-millet ortaklığıdır. Kurulacak şirketin bir kısmının hissesi vatandaşlara ait olmalı, diğer kısmının gelirini ise devletin kamu harcamaları için ayrılmalıdır.

Milletin bu işletmelere ortak olması da emisyonun genişletilmesi yoluyla verilecek faizsiz kredilerle temin edilecektir.

Bu mesele, Türkiyemiz açısından ele alındığında ayrı bir önemi haizdir. Zira yaklaşık olarak 3 katrilyon dolarlık bir maden rezervine sahip olan Türkiye de yeraltı kaynaklarımız çıkarılan kanunlar ile yabancı şirketlere adeta peşkeş çekilmektedir. Sonundahazine üzerinde oturan dilenciye dönüştürülen Türkiyede, kaynaklarımızı devrettiğimiz yabancılardan faizle para alır hale geldik. Bu bizim paramızı yine bize satmaktan başka bir şey değildir.

Ve yine biz Milli Ekonomi Modeli projeleriyletam bir üretim seferberliğini başlatıyoruz. KOBİlere ve esnaf kesimine uzun vadeli faizsiz kredilerin verilmesi ile; tarım kesimine ürününe karşılık -daha ürününü tarlaya atmadan-faizsiz ve yarı bedeli avans olarak ürün ödemesi yapılması ile; nakliyecilere, otobüs, taksi ve taşıma araçlarının temini ve yenilenmesi için faizsiz uzun vadeli kredi temini ile; sanayiciye proje mukabili faizsiz uzun vadeli kredi imkanı ile gerçekte hem üretim hem de tüketim beraber desteklenmektedir.

Modelimize göre devletin halkı desteklemesi bir ekonomi kuralıdır.

Üretimin önünü açacak bir diğer proje ise, devletin yatırım ve üretim için gerekli olan parayı sıfır faizle kendi vatandaşına sağlamasıdır. Bu şekilde üretimin önü açılacağı gibi, maliyetler de düşecektir. Vatandaşlar arasında fırsat eşitliği de bu sayede sağlanacaktır.  Proje mukabili verilecek olan bu krediler, her aşamasında kontrol edilerek ilgili raporlar proje sahiplerine sunulmalı, hukuki müeyyideler ile işleyişi temin edilmelidir.

Öte yandan devlet, içeride ve dışarıda gerek Sosyal Devlet politikaları ile ve gerekse para politikaları ile kendi üreticisine pazar imkanı sağlamakla mükelleftir. Bu pazarın oluşturulması üreticiye verilecek krediden çok daha önemlidir. Çünkü ürettiğine müşteri ve pazar bulamayan üretici, ürettiği kadar batacaktır. Dolayısıyla devlet, bizatihi kendisi piyasalarda alıcı olarak yer almalı ve kamun harcamaları ile belli sanayi kollarını ve özellikle stratejik sanayii desteklemelidir.

Devlet ayrıca, ileri teknoloji ve yüksek sermaye gerektiren sahalarda öncü ve üretici olarak piyasada yerini almalıdır.

Üretim seferberliği ile topyekün bir kalkınma hamlesi, Milli Ekonomi Modelinin oluşturduğu önemli bir projedir. Devlet, bu hamleyi, Sosyal Devlet uygulamaları ile hayata bizzat geçirmek durumunda olduğu gibi, sürekli büyümenin temini için gerekli olan çalışmaları da bizzat yapmak zorundadır. Zira, piyasaların olaylar karşısında kendiliğinden dengeye geleceğini savunun Kapitalist anlayış, tezimizin dikkat çektiği reel gerçeklerle tarihe karışmaktadır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sürekli büyüyen ekonomilerde üretim ve tüketim arasında belli bir açık meydana gelir. Eğer emisyon hacminin genişletilmesi yoluyla bu açığa müdahale edilmezse, ekonomilerin zaman içerisinde kendi kendini desteklemesi mümkün değildir.

Milli Ekonomi Modeline göreekonominin yapısından kaynaklanan üretim ile tüketim arasındaki bu açığın kapatılması da ancak devlet tarafından yapılabilir.

Devletin bu açığı, senyoraj hakkını kullanarak emisyonla kapatması, piyasalar için bir zorunluluktur.

Bu arada devlet, yerli sanayinin yurt dışında rekabet edeceği maliyet ve fiyat avantajlarını kendi ihracatçısına emisyonla sağlamalıdır.

Tüm bu üretim desteklerinin yanında, devlet aynı zamanda yerli sanayii korumak üzere, her türlü anti-damping uygulamalarını, gümrük ayarlamalarını yaparak kendi insanını korumalıdır.

Milli Ekonomi Modelinde VERGİ konusu da çok farklı olarak ele alınmaktadır.

Kapitalist anlayışta devletin tek gelir kaynağı vergilerdir. Oysa modelimizde devletin gelir kaynakları 3'e ayrılır.

Birincisi, vergi gelirleridir.

İkincisi, devletin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını devlet-millet ortaklığı ile işletmesiyle elde ettiği gelirlerdir. Tekrar hatırlatmakta yarar görüyorum; Türkiyemizin henüz işlenmemiş yeraltı kaynaklarının değeri, yaklaşık 3 katrilyon dolardır.

Ülkemizin yıllık harcamalarının ortalama bir hesapla 50 milyar dolar olduğu düşünülürse, yalnızca yer altı kaynaklarımızın değerlendirilmesi ile elde edilecek olan para, Türkiyeyi kıyamete kadar bakar. Ama bugün tamamen dışarıdan destekli ve yanlış politikaların hayata geçirilmesi ile ülkemiz, el açıp Batıdan para dilenen bir noktaya taşınmıştır.

Unutulmamalıdır ki, içinde bulunduğumuz buhazine üstünde oturan dilenci konumunda şimdiye kadar oylarımızla iktidara taşıdığımız tüm hükümetlerin vebali vardır.

Devletin üçüncü gelir kaynağı ise, büyüyen ekonomilerde devletin elde edecek olduğu senyoraj gelirleridir.

Tezimizde,devletin alan el değil, veren el olması gerektiğinin altı çizilmiştir. Bugün Kapitalist ekonomilerde devlet, halkından topladığı vergilerin az bir kısmını halkına hizmet olarak geri sunarken; kalan paraların tamamı faizle beraber belli sermaye gruplarına aktarılmaktadır. Milli Ekonomi Modelinde ise devlet, halktan topladığı vergilerin tamamını hatta daha fazlasını halkına hizmet olarak aktarmaktadır.

Bizim vergi anlayışımız, alışılmıştan farklı olarakekonomiyi büyüten vergi anlayışının hayata geçirilmesidir.

Peki ekonomiyi büyüten bir vergi olabilir mi?

Bilindiği gibi Liberal anlayış, devletin küçülmesini ilke edinmiştir. Yapılmak istenen, devleti ve kamu harcamalarını küçülterek halka daha az hizmet götüren bir devlet anlayışıdır. Buna mukabil, toplanan vergilerin ise arttırılmasından bahsedilmektedir.

Bu sistemlerin hayata geçirildiği ülkelerde maliyetli borç para ile borç batağına sokulan devletlerin vergi gelirleri, belli başlı global sermaye gruplarına trilyon dolarlar düzeyinde aktarılmaktadır.

Dikkat edilirse Liberal anlayışlar, ülkemizde de örneğini gördüğümüz gibi, hükümetlerin önüne borçların ödenmesini temin edecek değil, buborçların sürdürülmesi adı altındaborçlanmayı devamlı kılacak projeler tavsiye etmektedirler. Yapılan çalışmaların tamamı ülkeye para satanların parasını korumak içindir.  Toplumun çıkarlarını düşünen ise maalesef yoktur.

Milli Ekonomi Modelinde her şeyden öncemaliyetsiz para modeli hayata geçirileceği için bütçe giderlerinde faiz ödemeleri gibi bir kalem olmayacaktır. Bu sayede toplanan vergilerin tamamı ve hatta daha fazlası halka hizmet olarak geri dönecektir. Modelimiz, vergi gelirlerinden fazlası bir harcamayı yapmak için devlete, diğer gelir kalemleri olan senyoraj gelirlerini ve yer altı kaynaklarının işletilmesi ile elde edilecek ticari işletme gelirlerini kullanma imkanı getirmektedir.

Bilindiği gibi Kapitalist sistemde vergi, bir taraftan tüketimi daraltırken, diğer taraftan da üretimi kısmakta ve üretim maliyetlerini yukarı çekmektedir.

Öncelikle vergi oranlarının tüketimi nasıl etkilediğine ve kimlerden vergi alınması gerektiğine göz atalım:

Örnek olarak, 1000 birim vergi aldığımızı varsayalım.  Eğer bu miktarı, dar gelirli kesimden alıyorsak, tüketime yansıması 1000 birim daralma şeklinde olacaktır. Ama bu vergiyi, çok yüksek gelir grubundan alıyorsak, tüketime yansıması nerede isesıfır yansıma olarak ortaya çıkacaktır.

Yani bireylerin gelir düzeyi arttıkça elde ettikleri gelirin tüketime yansıma oranı azalacaktır. Bu nedenle tezimize göre belli gelir düzeyinin altında olanlardan vergi almak ekonomiye yalnızca zarar getirir.

Öyleyse yapılması gereken, geliri belli bir miktarın altındaki kesimden vergi almamaktır. Miktarı ülkeden ülkeye ve dönemden döneme değişmekle beraber biz bugünün şartlarında geliri 100 milyarın altındaki kesimden vergi alınmaması gerektiğini söylüyoruz.

Bu kesimden vergi almamak,  devletin topladığı vergi miktarını azaltmayacak, tam tersine arttıracaktır. Ayrıca Sosyal Devlet projeleri ile de desteklenen dar gelirli kesim, bu desteklerle tüketimin arttırarak üretimin de artmasına neden olacaktır.  Böylece vergi, adeta ekonomiyi ayağa kaldıran bir kaldıraç mesabesine taşınacaktır.

Neticede dar gelirli kesimden vergi alınmaması,  büyüyen ekonomilerde daha fazla vergi geliri elde etmenin de önünü açacaktır.

Ayrıca dar gelirliden vergi alamamak, gelir dağılımında meydana gelecek dengesizliği de önleyecektir.

Söylediklerimize bir örnekleme yaparsak; yıllık geliri 20 milyar olan bir bireyden alınacak vergi miktarı 8 milyar kabul edilirse, bu 8 milyarı almadığımız taktirde 8 milyar para tüketim olarak piyasaya girecek ve elden ele dolaşacaktır.

Bu dolaşımın Türkiyemiz şartlarında yılda 15 kez el değiştirerek gerçekleştiğini düşünebiliriz. Dolayısıyla bu meblağda bir paranın vergi olarak alınmadığı bir piyasada ortaya çıkacak tüketim miktarı 120 milyar olacaktır. Tüketimin artmasına mukabil üretimde de bir artış yaşanacak ve bu yeni üretim artışından alınacak vergi miktarı bizim başta almamız gereken 8 milyarın en az 4 katı fazla bir para olacaktır.

Bu vergiyi yüksek gelir grubundan almamış olsa idik, aynı neticeyi elde etmemiz mümkün olmazdı. Zira, ciddi bir kısmı tasarruf olarak alıkonacağı için tüketim artışı hemen hemen hiç olmayacaktı.

Gelir seviyesi ile vergi arasındaki etkiyi böylece izah ettikten sonra vergilerin yatırım harcamaları üzerindeki etkisine bakalım Günümüzde özellikle küçük esnafın yapacağı küçük çaplı yatırımlar için ihtiyaç duyduğu sermaye, vergiler kanalı ile bu kesimin elinden alınmaktadır. Halbuki küçük esnaftan vergi olarak alınmayacak olan meblağ, bu kesimin yatırım harcamalarını hayata geçirirken ihtiyaç duyduğu sermaye oluşumunu sağlayacaktır.

Büyük kuruluşlar ve yatırımcılar için ihtiyaç duyulan sermaye, zaten Milli Ekonomi Modelinde devlet tarafından sıfır faizle karşılanacaktır. Proje mukabili verilecek bu krediden elbette ki küçük esnaf da ayrıca yararlanabilecektir.

Milli Ekonomi Modeline göre dolaylı vergilerin de kaldırılması gerekmektedir. Aksi halde her kesimden aynı oranda vergi alınmakta ve bu da büyük bir Sosyal Adaletsizlik doğurmaktadır.

Bugün uygulanan yanlış vergi politikaları, hem gelir dağılımında dengesizliği arttırmakta, hem de devletin eline geçen gelir miktarını azaltmaktadır.

Alınan vergilerin enflasyona sebep olan bir yönü de vardır. Yüksek vergi oranları, üretim maliyetlerinin de artmasına sebep olur. Başta ülkemiz olmak üzere birçok ülkede ortaya çıkan enflasyon çeşidimaliyet enflasyonudur.

Bu üretimdeki bu girdi kalemlerinde maliyetler aşağıya çekilmeden enflasyonun düşmesini beklemek hayaldir.

Milli Ekonomi Modeliyle getirilen, 100 milyarın altında gelir olan dar gelirliden alınmayan vergi, istihdamdan alınmayan vergi ve doğrudan vergi sistemi ile gelir dağılımı dengelenecektir.

Yine Milli Ekonomi Modelinde tüketimin arttırılması ile artan üretim, işsizliği de çözecektir.

Neticede devlet, eskiye oranla kat be kat büyüyen ekonomisinden daha fazla vergi alacaktır.

İşte bu nedenle Milli Ekonomi Modelinde Vergi, ekonomiyi büyüten bir anlayıştadır.

Kapitalist anlayışta, adaletsiz politikalarla halk alınan vergilerin altında ezilirken, oluşan talep daralmasının ve piyasalardan paranın çekilmesinin çözümü izah edilememektedir.

Milli Ekonomi Modelinde ise meselenin halli için devletin emisyonunu genişletmesi ve senyoraj hakkını kullanması yöntemine yer verilmektedir.

Bir ülkedebir yılda elde edilen mal ve hizmet biçimindeki üretimin parasal karşılığı Gayri Safi Milli Hasıladır. Elde edilen bu mal ve hizmetin karşılığının belli bir oranda her zaman piyasalarda bulunması ise ekonominin devamı için bir zorunluluktur.

Bunu bir örnekle izah edelim:

1 çuval mısır danesi toprağa attığımızı ve hasat zamanı 10 çuval mısır elde ettiğimizi varsayalım.

Bu takdirde 9 çuval mısırın emeğinin ve üretiminin karşılığı piyasalarda olmazsa, bu durum talep daralmasına sebep olur. Yani piyasada olması gereken miktar, 9 çuval mısırın karşılığı paradır.

İşte emisyon, üretilen bu mal ve hizmetin karşılığı olan paradır.

Merkez Bankasının piyasaya dolanıma sunduğu para olan EMİSYONLA karşılanması gereken bu oran, Kapitalist düzende farklı bir yolla piyasalara aktarılmaktadır. Uygulamada devletlerin emisyonla elde ettiği gelir olanSENYORAJ hakkı elinden alınmakta, gerçekte ise dış kaynaklı borçlarla devletlerin elinden alınanbağımsızlıkları olmaktadır.

Kapitalist sistemin gereği olarak az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere sunulan faizli borç ve krediler, işte bu oranın temini için gerekli olan parayı global sermaye gruplarından karşılamaktır...

Ülkemizde de örneğini yaşadığımız bu korkunç oyunda, ülkelerin Merkez bankaları devletten bağımsız hale getirilerek; devletin, Merkez Bankası üzerinden senyoraj geliri elde etmesine yasak getirilmektedir.

Gelişmekte olan ülkelerde senyoraj geliri yerine gelişmiş ülkelerin Merkez bankalarının bastığı para faizle borç alınarak senyoraj geliri yerine kullanılmaktadır. Bu durumda borç alan ülkeler, küresel güçlere faiz ödemek zorunda kalmaktadır. Ayrıca aynı zamanda senyoraj gelirlerini de devretmişlerdir.

Neticede ülkeler, Türkiye de olduğu gibi büyük bir borç batağının içine itilmektedir.

Yıllardan beri televizyon ekranlarından halkımızın dikkatini çektiğimiz bu hususlar, artık Türkiyede ve dünyada sahasında saygın isimler tarafından da ifade edilmektedir.

Nitekim T.C. Merkez Bankası eski Başkanı Yaman Törüner, Milliyet gazetesindeki makalesinde gelişmekte olan ülkelerin senyoraj geliri elde etmesine müsaade  edilmediğine, bunun  yerine gelişmiş ülkelerin o ülkeler adına senyoraj hakkını kullanıp,HART KÖRİNSİleri dolaşıma sokarak gelişmekte olan ülkelerden vergi aldığına dikkat çekmiştir.

Yaman Törüner şöyle diyor:

Merkez Bankacılığı ateş ve tekerlerle beraber dünyada yapılan en büyük üç icraattan biridir. Merkez bankaları sayesinde devletler para basar ve bastıkları para kadar senyoraj geliri elde ederler. Yani bastıkları para kadar halktan vergi toplamış olurlar. Bu açıdan bakıldığında, Merkez bankaları devletlerin bir parçasıdır ve prensip olarak devletten bağımsız olamazlar.

Diğer bir deyişle, Merkez bankalarının bağımsız olmaları, kendi devletlerini değil, Kapitalist sistem yöneticilerini dinlemeleri anlamına gelir. Bir devlet, zaten Kapitalist sistem yöneticilerinin isteklerini yerine getirmeye hazırsa, o devletin de onayı ile Merkez Bankası bağımsız yapılır.

Asıl senyoraj gelirinigelişmiş ülkeler Merkez bankaları elde eder. Bu gelirin kontrollü biçimde elde edilmesi için gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarının bağımsız olması, bağımsızlığın prensip edinilmesi, yani kendi devletlerinin çıkarlarını fazla korumamaları şarttır. Gelişmiş ülke Merkez bankaları gerçek değişim aracı sayılanhart körinsileri basarlar.  Gelişmekte olan ülkelerin halkları, karşılıksız basılan hart körinsileri ödeme, tasarruf ve borç alma aracı olarak kullanırlar.

Gelişmekte olan ülkelerin bağımsız Merkez bankaları da hart körinsi üzerinden döviz rezervi bulundurur. Hart körinsi basabilen Merkez bankaları, kendi ülkelerinde talep edilenin katlarca fazlası kadar dışarıdan para talebi ile karşılaşırlar.

Dışarıdan olan para talebi kadar da karşılıksız para basıp, başka ülke halklarından senyoraj geliri elde ederler. Yani, bir bakıma gelişmiş ülkeler, Merkez bankaları aracılığı ile gelişmekte olan ülke halklarından vergi alırlar.

Uluslararası kredi kuruluşları,emisyonumuzu arttırarak üretim yapmak yerine, faizle alınan yabancı para ile aynı üretimi yapmamızı tavsiye etmektedirler.

Para basma enflasyon olur diyenlere göre;Merkez Bankası para basarak emisyonu arttırırsa enflasyon olmakta; oysa faizle dışarıdan alınan para ile üretim yapıldığında enflasyon olmamaktadır, bu sayede ülkemiz kalkınabilir gibi saçma bir anlayış milletimize anlatılmaktadır.

IMF gibi kuruluşların etkisindeki ülkelerde yatırımların hayata geçirilmesi içinde yabancılar beklenmektedir.Yabancılar gelsin, yatırım yapsın, bizi de işe alsın mantığı Türkiyemizde de hâkimdir. Oysa baş tarafta izah ettiğimiz gibi, Türkiyenin sahip olduğu sadece 3 katrilyon dolarlık maden rezervi mevcuttur.

Yapılması gereken dışarıya el açarak yardım beklemek değil, bu kaynakları devletmillet dayanışması ile devreye koymaktır.

Yabancı paranın bir ülke topraklarında bulunması; yani, yerli halkın emeği ve üretimi ile kendine karşılık bulması, o ülkenin sahip olduğu zenginliklerin ve milletin alın terinin sözkonusu yabancı ülkelere ve küresel semayedarlara aktarılması demektir. Maalesef yıllardan beri Türk ekonomisinde de aynı akıbet yaşanmaktadır.

Bir ülkenin kendi Merkez Bankasında başka bir devletin parasını bulundurması veya kendi topraklarında dolaşıma sunması o devleti finanse etmek demektir.

Bugün ülkemizin ve Uzakdoğu ülkelerinin Merkez bankalarında büyük miktarda ABD Doları saklanmaktadır. Mesela Japonya Merkez Bankasında 800 milyar dolar saklanmaktadır. Bu durum,Japon halkı, 800 milyar dolarlık üretim yapmış; karşılığında ABD, kâğıdını boyayıp ona vererek, bu üretim ve emeği kendisine aktarmıştır demektir.

Türkiyede ise durum daha da vahimdir. Çünkü biz sadece Merkez bankamızda değil, dolaşımda da yabancı paralara izin vermekteyiz.

Yani, üretimimizin karşılığında kendi paramızın piyasada bulunması gereken emisyon miktarını, senyoraj hakkımızı kullanmakla sağlayamıyoruz. Dahası, yabancı ülkelerin emisyonlarını arttırarak bize gönderdikleri boyalı kâğıtlarını kullanıyoruz, böylece senyoraj gelirlerimizi onlar elde etmiş oluyorlar.

Liberal anlayış,paranın serbest dolaşımından bahsederken, global sermayenin elindeki paralarlapiyasalara istediği gibi girmeyi ve ülkeleri sömürmeyi kasteder. Oysa Milli Ekonomi Modelinde paranın serbest dolaşımı derken, paranın herkes tarafından ulaşılabilir olduğundan bahsetmekteyiz.

Zira aksi bir anlayış paranın belli ellerde tekelleşmesi, piyasanın birkaç insanın kontrolünde olması ve faizle beraber gelirin yalnızca bu gruba transferi demektir.

Paranın spekülatif amaçla hareketi de aynı neticeleri verir. Bu durumların tamamı, gelir dağılımında dengesizliğe neden olduğu gibi, ekonominin daralmasını da beraberinde getirir.

Devletlerin senyoraj gelirlerinin önündeki bir diğer engel de, özel bankaların ürettiği kaydi paradır. Özel bankalar, topladıkları mevduat sayesinde kaydi para üreterek piyasanın ihtiyacı olan paranın bir kısmını piyasaya sürerler.

Bankaların kaydi para üretimi, devletlerin sağlam bir para politikası uygulamasını engeller. Böylece devlet, piyasaları yönlendirme hakkını da bankalara devretmiş olur.

Piyasanın ihtiyaç duyduğu paranın Merkez Bankasının basacağı para ile değil de, özel bankaların kaydi parası ile karşılanması, bu bankalara adeta senyoraj hakkını kullanma hakkını verir. Kaydi para vatandaşın emeğinin ve üretiminin karşılığı olduğu için bankalar, toplumun ve devletin gelirini de kendilerine transfer etmiş olurlar.

Bu izahlarımız neticesinde deriz ki, ülkelerin borç batağından kurtulması için, her şeyden önce maliyetli yabancı para yerine, emisyonun hâkim kılınması gerekmektedir.

Milli Ekonomi Modelinde, belirtilen oranlarda emisyon hacmini arttırarak senyoraj gelirinin elde edilmesi devletler için bir zorunluluktur. Aksi taktirde piyasada yeteri kadar bir tüketime imkan doğmayacağı için, ekonominin dengeye oturtulması mümkün olamaz.

Senyoraj gelirine karşı çıkılmasının sebebi, görünüşteartan para miktarının piyasalarda fiyatlar genel seviyesinde bir artışa sebep olacağı iddiasıdır.

Ancak bu iddiayı ortaya atanlar, bir taraftan faizle alınan dış kredilere destek olmuş, diğer taraftan da bankacılık sisteminin kaydi para üretimini desteklemişlerdir. T.C. Merkez Bankası Başkanı Sayın Serdengeçtinin bu konudaki açıklamaları dikkat çekicidir.

Serdengeçti şöyle demektedir:

Bu ülkede emisyonun milli gelire oranı düşüktür. Merkez Bankası evvelden beri basması gereken parayı basmamakta ve bunu faizleri yüksek tutmak için yapmaktadır. Rantiyeye hizmet etmeyi bırakıp çok para basılsa faizler düşecek, üretim ve yatırım artacak, üretim artınca enflasyon da düşecektir. (Hürriyet gazetesi, 17.01.2005)

Senyoraj gelirine karşı olanlar, devlete para satmak için karşıdırlar. Eğer devletler, emisyonlarını arttırıp, senyoraj geliri elde ederlerse, global tefeciler ile yerli taşeronları büyük bir gelir kapısından mahrum kalacaklardır.

Milli Ekonomi Modeli, senyoraj gelirini, hem bir ekonomi kuralı olarak ele alırken, hem de gelirin nelere bağlı olduğunu formülleştirmektedir.

Tezimizde; devlet borçlanmayacak, senyoraj hakkını kullanarak emisyonunu genişletecektir. Yani, kendi insanının emek ve üretiminin karşılığı olan parayı  kendisi basacaktır. Bu senyoraj geliri ev kadınlarına maaş olarak, çiftçiye-köylüye faizsiz kredi olarak, esnafa yine kredi olarak verilecektir.

Bu şekilde;

a- Üretim tetiklenecek,

b- Tüketim harekete geçecektir.

Milli Ekonomi Modelinde Senyoraj geliri, SOSYAL DEVLET PROJESİNDE TÜKETİCİNİN DESTEKÇİSİ OLACAKTIR.

Böylece işçi, memur, köylü, çiftçi yani toplumun en geniş tüketici kesiminin tüketme kabiliyeti artacaktır. Buna mukabil üretici de, daha fazla üretecek, talep olduğu için üretimini devamlı arttıracaktır. Bu iki ana unsur emme- basma tulumba gibi birbirini harekete geçirecek ve ekonomide istenilen denge elde edilecektir.

Emek ve üretimin karşılığını milli parası ile karşılayan devletler, kamu harcamalarını borç para almadan yani borçlanmadan yerine getirebilirler.

Emek ve üretimin karşılığı elde edilen kâr mukabili paranın piyasalara girmemesi halinde para kıtlığı oluşur. Piyasalar durgunlaşır. Bu bağlamda senyoraj, piyasalardaki geliri temin eden bir unsurdur.

Tezimizde üzerinde önemle durulan bir diğer konu ise,senyoraj gelirinin, bazı durumlarda emek ve üretimin karşılığı olmadan da devreye sokulabilmesidir. Genelde emek ve üretimin kârı karşılığında devreye girmesi gereken senyoraj geliri, bazı durumlarda da emek ve üretimin karşılığı olmadığı zaman da devreye girebilir. Ve böylece de ekonomi büyüyebilir.

Örnek olarak; karayolları yapımında gerekli finans yoksa, araç-gereç ve işçiler tamamen sizden, dolayısıyla emek ve üretim tamamen sizden olacağı için, buna karşılık senyoraj hakkının kullanılması büyümede kullanılan bir yöntemdir.

Yeraltı kaynaklarının değerlendirilmesinde de aynı durum geçerlidir. Bu örneği, tarımda da uygulayabilirsiniz.

Tarım kesimine muhakkak elinizdeki para ile avans verilmesi şart değildir. Bu şartlarda emek ve üretim mukabili tahsil edilecek tarım mamulleri karşılığında emisyonun genişletilmesi -yani senyoraj hakkının kullanılması- üretimi destekler.

Yani tezimizde emisyonun devreye konulması için emek ve üretimin karşılığını kârın ortada olması gerekmez.

Emek ve üretimin karşılığındaki kâr ortada iken emisyonun genişletilmesi şartlı enflasyon rizikosunun olmaması içindir. Enflasyon rizikosu varsa, devletin fiyat kontrollerindeki ısrarlı davranışı neticesi enflasyon tehlikesinin önüne geçilebilir.

Görüldüğü gibi Milli Ekonomi Modelinde sunduğumuz bu sistemle senyoraj hakkının kullanılması, faizli borç alma mantığı ile mukayese bile edilemez.

Buraya kadar anlattıklarımız; enflasyondan kurtuluş reçetesinde yer alan maliyetlerin aşağıya çekilmesi için devlet desteği konusu, vergilendirmeye getirilen yeni bakış açısı, emisyonun genişletilmesi ve senyoraj hakkının kullanılmak suretiyle işletilmesi gereken bir kural sonucu faizin sıfırlanması meselesidir.

Hemen belirtelim ki, faiz, ekonomilerin dengesini bozan ve sermayenin belli ellerde toplanmasına yol açmak suretiyle sosyal adaletin gerçekleşmesine mani olan iktisadi bir hastalıktır.

Günümüzde ortaya çıkan resesyon, stagflasyon,  deflasyon, enflasyon, işsizlik gibi pek çok ekonomik problemin ana kaynağı da yine faizdir.

Ekonomilerin asıl hedefi olanpiyasanın dengede olması faiz ile imkânsız hale gelmektedir.

Paranın faiz esareti altında olduğu ekonomilerde para, vazifesini ifa edemediği için ekonomileri dengeye getirecek veya dengede tutacak üretim ve tüketim mekanizmaları işleyememektedir.

Üretim ve tüketim için herkesin cebinde olması gereken para, faiz ile piyasada insanların elinde serbestçe bulunamamakta ve belli ellerde stoklanmaktadır.

Dünyada toplam üretim ve ticaret hacminin çok üstünde bir para, faiz geliri elde etmek üzere piyasalardadır.

Başta kalkınmakta olan ülkeler olmak üzere dünya ülkelerinin bir çoğu, belli başlı sermaye gruplarınca adeta haraca bağlanmış durumdadır.

İlk başta yatırım ve üretim için bu sermaye gruplarından para alan ülkeler, zaman içerisinde önce aldıkları parayı ödemek, daha sonra da aldıkları paranın faizini ödemek için tekrar para almak zorunda kalmaktadırlar.

Netice ülkemizde de örneğini yaşadığımız gibi, toplanan vergilerin tamamı halka hizmet içim kullanılmak yerine, bu global sermayedarlar ve onların yerli taşeronlarına aktarılmaktadır. Oysa bu bile borçların ödenmesine yetmemekte, borçlar her geçen gün katlanarak artmaktadır.

Faizle alınan bu borçlar, ülke ekonomilerinin tamamen belli başlı yabancıların kontrolüne geçmesine yol açar. Artık böylesi ülkeler için hem ekonomide hem de siyasette bir bağımsızlıktan bahsedilemez.

Faiz tezgâhı, üretenin, çalışanın, emek verenin değil; oturduğu yerde para ile para kazananın avantajlı olduğu bir modelin hayata geçirilmesidir.

FAİZİN EKONOMİLERDE YAPTIĞI TAHRİBATLARI genel olarak incelersek; maliyetleri arttırması, paranın belli elerde stoklanmasının önünü açması, talebi daraltması, işçi ücretlerini aşağıya çekmesi ve nihayet verimliliği düşürmesidir.

1- Maliyetleri arttırması: Üretici  veya  pazarlamacı ister yatırım için, ister üretim veya  pazarlama için elde ettiği paranın  maliyetini ürettiği ürüne veya  hizmete yansıtmak zorundadır.

Bu da MALİYET ENFLASYONUNA sebep olacaktır. Yani faiz oranları arttıkça fiyatlar da maliyetlerden dolayı artacaktır.  

Milli Ekonomi Modelinde izah ettiğimiz faizin bu temel sakıncası, KAPİTALİST anlayışta tam tersi olarak değerlendirilmiştir. Buna göre, artan faiz oranlarının, tüketimi dolayısıyla fiyatları aşağı çekmesi gerekiyordu. Yapılan çalışmalar ise bir çok ülkede faiz oranları arttıkça fiyatların da arttığını göstermiştir.

GİBSON PARADOKSU olarak adlandırılan bu durumu izah ederken FİŞHER VE VİKSEL, enflasyon beklentilerinin veya fiyat artışlarının fiyatları yukarıya çektiğini iddia etmektedir.

Oysa fiyatlar genel düzeyi ile faiz oranlarının aynı anda artmasının sebebi Milli Ekonomi Modelinde ortaya koyduğumuz gibi son derece basittir:

Siz parayı maliyetli hale getirirseniz bunun, üretilen mamulün maliyetini, dolayısıyla fiyatını yukarıya çekmesi kaçınılmazdır.

Dikkat edilirse enflasyon, faiz oranlarını değil, tam tersine faiz oranları üretim maliyetlerini, yani enflasyonu yukarıya çekmektedir.

2- Faizin bir diğer ve belki de en önemli tahribatı, paranın belli ellerde stoklanmasına sebep olmasıdır.

Piyasada bulunması gereken para, faiz sayesinde sermaye gruplarının elinde toplanır. Bunun sonucunda piyasada herkesin ulaşabileceği bir şekilde bulunması gereken para, piyasadan çekilmekte; ekonominin ihtiyaç duyduğu tüketim ve üretimi sağlayacak para, bu vazifesini ifa edememektedir.

Piyasalardatalep daralması olarak başlayan bu durum, resesyon ve nihayet deflasyon şeklinde devam etmektedir.

Paranın stoklanması ile ortaya çıkan durumu şu örneğimizle biraz daha açalım: Her yıl dünyaya düşen yağmur miktarı aynıdır. Bu yağmur, dünyanın her yerine orantılı bir şekilde değil de, birçok yerine hiç yağmazken, bazı yerlerine aşırı yağarsa; dünyanın bazı bölgeler çöl olurken, az bir yeri de sel alır.

Aynen bu şekilde ekonomilerin dengesi için piyasada herkesin rahatça ulaşabileceği şekilde bulunması gereken para, yalnızca bir grubun elinde stoklanırsa ekonomi çöl haline gelecektir.

3- Paranın stoklanması, onun nominal değerini hak etmediği şekilde yükseltir.

Bu yükselişin iki zararı vardır. Birincisi, para piyasada istenilen oranda bulunmadığı için parayı elinde tutanlar, borç verdikleri paradan yalnızca faiz geliri elde etmekle kalmazlar; bu yolla birçok siyasi ve politik taleplerini de elde etmektedirler. Bugün borç batağına düşen Türkiye gibi ülkelerin IMF ve global sermaye sahiplerinin her dediğineevet demek zorunda kaldığı yaşadığımız bir gerçektir.

Bu durumu bir de şu örnekle değerlendirelim: Çölde yolculuk yapan bir grup insanı ele alalım. Eğer grupta sadece bir kişinin elinde su bulunuyorsa, grubun diğer fertleri ne kadar güçlü, kuvvetli veya  gayretli olursa olsun herkes elinde su bulunan insanın dediğini yapmak zorundadır. Aralarında bir yarış olsa idi; diğerleri ne kadar gayretli ve yetenekli olursa olsun kazanan yarışçı, elinde suyu bulunduran kişi olacaktır.

Bu örnekteki durum, dünya para piyasaları için de geçerlidir: Paranın stoklanması, hem onu asli görevinden uzaklaştırmakta, hem de reel ekonominin üzerinde bir baskı unsuru haline getirmektedir.

Reel ekonomi, tamamen sıcak paraya endeksleniyor; haliyle de nakiti elinde bulunduran irade tüm ekonominin kontrolünü eline geçirmiş oluyor.

Nitekim bugün dünya ekonomisi üzerinde söz sahibi olanlar, üretim tesisleri olanlar değil, kasasında nakiti olan global tefecilerdir. Kendi parasını dünyada konvertibl yapan ülke ise, diğer ülkeler üzerinde  söz sahibidir.

4- Paranın stoklanmasının bir diğer zararı ise, sahip olacağı nominal değerinin üzerindeki izafi değerden kaynaklanmaktadır.

Para ile para kazanan bir kişi, örneğin 1000 YTL karşılığı yılda 250 YTL kazandığında elindeki para miktarı 1250 YTLye çıkacaktır. Paranın,emeğin ve üretimin karşılığı olma vasfı dikkate alındığında; para ile para kazanılması halinde bir üretim olmamakta, üretimde bir artış meydana gelmemekte, ama parayı elinde tutanların sahip olduğu para miktarı artmaktadır.

Piyasadaki toplam mal miktarının 100 kalem olduğunu düşünelim. Başta 1000 YTL ye sahip olan sermaye sahibi bu 100 birim maldan 10 tanesine sahip iken, sonuçta parası faiz yoluyla arttığı için sahip olabileceği mal miktarı artacak; diğer taraftan ise toplumun diğer kesiminin var olanüretimden elde edeceği fayda ise azalacaktır.

Eğer parayı satan kişi, bunu devlete satmışsa, devlet bu parayı karşılayabilmek için topladığı vergileri borç faizine aktararak hem sözkonusu tefeciye gelir transferi yapmış olacak, hem de topluma sunması lazım gelen hizmeti sunamayacaktır.

Bugün ülkemizdefaiz dışı fazla adı altında toplanan vergilerin rantiyeye aktarıldığı, buna mukabil her geçen gün yatırım, sosyal ve cari harcamaların kısıldığı görülecektir.

Eğer para, bir şahsa satılmışsa; o zaman da şahsın geliri, aldığı borcun faiz oranı kadar parayı satana transfer edilecektir.

Faizin bu özelliği, Kapitalist anlayışta paranın bir mal gibi görülmesinden kaynaklanmaktadır. Nasıl ki ev sahibi, evini kiraya verdiği zaman bunun karşılığında belli bir kira alıyorsa; bunun gibi parasını kiraya veren kişi de belli bir kira almalıdır deniliyor.

Oysa ki evin kiralanmasında kiracıya sunulan hizmet onun işlevinden kaynaklanmakta, kira olarak ödenen para da bu hizmetin karşılığı olmaktadır. Ama faiz olarak verilen para ise, paranın piyasada bulunmamasından dolayı üzerine yüklenen izafi değerdendir.

Eğer para herkesin ulaşabileceği bir şekilde piyasalarda yer alsa idi, kimse paraya faiz ödemek zorunda kalmayacaktır.

Özetleyecek olursak paranın stoklanması ile,toplumun diğer kesiminden parayı elinde bulunduranlara bir gelir transferi yapıldığı gibi, sermaye sahipleri hem ellerindeki para miktarının artmasından, hem de toplumun diğer kesimlerinin elindeki miktarın azalmasından dolayı, oransal olarakvar olan gelirden daha fazla pay almaya başlayacaklardır.

Bugün her ekonomide yaşanan gelir dağılımındaki dengesizliğin sebebi de budur.

Şu anda Türkiyenin iç borcu 250 katrilyon civarındadır. Acaba bu paraya sahip olanlar, bu miktarı üretim veya ticaretle mi kazanmışlardır Elbette hayır. Hükümet DİBS senetleri basmaktadır; ancak bu para, üretime değil, direkt rantiyenin eline gitmektedir.

Basılan bu paranın karşılığı üretim olarak ortaya çıkmadığı için para, aslında karşılıksız bir paradır. Hükümet de zaten talep enflasyonundan çekindiği ve bu borcu ödeyecek gücü de olmadığı için; sürekli olarak faizle beraber bu parayı yeniden piyasadan çekmekte ve borç batağına daha da girmektedir.

Sonuçta hem vatandaşın gelirleri vergi kanalı ile bu kesime aktarılarak gelir dağılımında büyük bir uçurum oluşturulmakta, hem de devlet,  borçlarını sürekli arttırmaktadır.

5- Faizin ekonomilerde yaptığı tahribatlardan biri de talep daralmasına sebep olmasıdır. Bunun sonucunda, ekonomilerde deflasyon süreci başlar.

Faizin talep daralmasına neden olması, birkaç şekilde olur. Gelir dağılımındaki dengesizlik, zaman içinde toplumun önemli bir kesiminin tüketme kabiliyetini yitirmesine sürükler. Devlet ise, faiz ödemelerini karşılayabilmek için vergileri arttırarak vatandaşın cebindeki parayı da piyasadan çeker.

Öte yandan faiz ödemelerini karşılayabilmek için kamu harcamalarında da kısıntıya gidildiğinden dolayı piyasada ciddi bir talep daralması yaşanır.

Ayrıca, faizle beraber cebinde parası olan da parayı bankaya yatırdığı için piyasada dolaşan para miktarı iyice azalır; sonuç deflasyondur. Böylece aynı anda bir taraftan maliyet enflasyonu, diğer yandan deflasyon olduğunda stagflasyon sürecine girilir.

Üretim ile para kazanma mantığındakazan kazandır esası vardır. Çünkü siz üretim veya ticaretle para kazanırken, birçok insan için de iş imkânı oluşturursunuz.

Ama para ile para kazanma mantığında mantık,kazan kaybettir şeklindedir; bir taraf kazanırken diğer taraf zarar etmektedir.

Para ile para kazanma mantığında yeni iş sahaları açılmamakta, diğer taraftan var olan gelirin rantiyeye aktarılması ile piyasalardaki talep kısılmaktadır.

Mesela, siz paranızı % 20 faizle bankaya yatırdınız. Banka ise bu parayı % 30 faizle üreticiye kredi olarak sattı. Üretici de bunu mamulefiyat artışı olarak yansıttı.

Sonuçta sizin satın alma gücünüz ve talebiniz artmış gibi gözükse de, cebinizdeki paranın reel değeri düşecek ve piyasa talebi azalacaktır.

6- Faizin yaptığı tahribatlardan biri de, işçi ücretleri üzerinde olmaktadır.

Faizle para alan üretici, bunu mamule yansıtmak zorundadır. Ama faizle piyasadan çekilen para, gelir dağılımını bozduğu ve piyasada olmayan para tüketimi kıstığı için talep daralması da yaşanmaktadır.

Bu durumda üretici bir karar vermek zorundadır. Eğer bu artışı tamamı ile mala yansıtsa zaten talep olmadığı için hiç mal satamayacak ve batacaktır. Eğer hiç yansıtmaz ise o zaman ürettiğinden belki de daha düşüğe satacağı için yine batacaktır.

Veya faiz oranını mala yansıtacak ama diğer üretim maliyetlerinden ve kısmen kârından kesintiye giderek fiyatların faiz oranlarından daha az artmasını sağlayacaktır.

Diğer üretim maliyetleri arasından en kolay aşağıya çekilecek olan iseişçi ücretleridir.

Çünkü yeterli iş gücü talebi olmadığı için, işçi ücretlerini belirlemede işveren, daha ağırlıklı söz sahibidir.

Yeri gelmişken ARTIK DEĞER kavramından bahsedelim.

Karl Marks kendi görüşlerini anlatırken, artık değer kavramını ortaya atarak; işverenin elde ettiği kârın işçinin emeğinden çalınan artık bir değer olduğunu ifade etmiştir.   

Halbuki kâr, hem işverenin, hem de koyduğu sermayenin karşılığıdır.

Artık değer olan isefaizdir. Faizi ekonomiler için gerekli olarak gören Marks, işverenin kârını işçinin emeğinin artık değeri görmüştür.

Milli Ekonomi Modelinde zararlarıyla ortaya koyduğumuz faiz, asıl artık değerdir. Zira faiz, işçinin alınterinde kesintiye sebebiyet verecek, böylece hem işçinin alınterinin bir kısmı, hem de işverenin kârının bir bölümü,parayı satan iradeye aktarılacaktır.

Ekonomiler için bu derece zararı olan faiz, ilk bakışta birbirinden farklı imiş gibi görünen Kapitalist ve Sosyalist sistemlerin temelidir.

Sosyal adalet, madem ki gelir dağılımındaki dengeyi sağlamaktan geçer; bunu bozan faiz mekanizmasını da devre dışı bırakmak, sosyal adaletin sağlanmasında en ciddi adımdır.

Kapitalist anlayışın iki ana ayağı da faizi, sitemlerinin temeline oturtmuşlardır. Klasik, yani monetarist yaklaşımın kurucusu EDIM SİMİT ekonominin kendi kendine dengeye ulaşacağına inanıyor; her arzın kendisine denk bir talebi olacağı fikrini savunuyordu. Bunun yanlışlığını çeşitli vesilelerle izah ettik. Bu hayali dengenin sağlanabilmesi için, elde edilen tüm tasarrufların tüketime aktarılması gerekmektedir.

Klasik anlayışta faiz, tasarrufların yatırım harcamalarına dönüşmesini sağlayan mekanizmanın adıdır  Yani tasarruflar ile yatırımların arasındaki bağ, ancak faiz ile kurulabilir.

Günümüz ifadesi ile Ödünç Verilebilir Fonlar teorisine göre, yatırım için ihtiyaç duyulan sermaye tasarruflarla oluşturulmuş fonlar aracılığı ile tabi ki belli bir faiz oranı karşılığında sağlanmaktadır.

Klasik anlayışta faiz, sistemi dengeye koymak için gerekli birdenge unsurudur.

Kapitalist anlayışın diğer unsuru olan KEYNESe göre ise, ihtiyaç duyulan, yani talep edilen paranın karşılanması için belli bir faiz oranına gerek vardır.

Dikkat edilirse, iki sistemde de, ister buna yatırım deyin, ister para talebi deyin, piyasanın ihtiyaç duyduğu paranın karşılanması ancakmaliyetli para ile olmaktadır.

Merkez Bankasının, piyasaların ihtiyaç duyduğu parayı basarak piyasalara sürmesine şiddetle karşı çıkan Kapitalist anlayış, aynı ihtiyacın özel bankalar üzerinden faizli para ile karşılanmasını ise desteklemektedir.

Merkez Bankasının para basmasına enflasyon olur diyerek karşı çıkanlar, aynı miktarda paranın özel bankalar tarafından kaydi para üreterek faizli olarak karşılamasınaenflasyona neden olmaz diyerek destek olmaktadırlar.

Örneğin; siz, devlet olarak bir yere okul yapacaksınız. Bunun masraflarını kendi emisyonunuzla karşılamak yerine, yurt dışından veya içeriden faizle para alarak bu okulu yaptırıyorsunuz.

Özetle, Kapitalist anlayışın söylediği, faizli paranın enflasyona neden olmadığıdır.

Adeta maliyetli parayı gören enflasyon, sesini çıkarmıyor, ama ne hikmetse yerli ve maliyetsiz parayı gören enflasyon birden ayağa kalkıyor.

Bu mantıkla özellikle kalkınmaya karar vermiş ülkeler, kalkınmaları için ihtiyaç duydukları finansmanı kendi emisyonlarını genişletereksıfır maliyetle karşılamak yerine, faizle bu sermayeyi elde etme yoluna teşvik edilmektedirler.

Türkiyemizin de içinde bulunduğumuz bu grup ülkeler, neticede kendi istekleri ile bu tercihi yapmakta ve bugün yaşadığımız borç batağının içinde kendilerini bulmaktadırlar.

7- Faizin tahribatı bağlamında dikkat çekici bir diğer konu da verimlilik meselesidir.

Paranın bloke edilmesi sadece belli kesimlerin elinde olmasına sebep olduğu için, ne kadar kabiliyetli olursanız olun, kabiliyetlerin ortaya çıkacağı sermayeniz yoksa bunu devreye koymanız imkânsızdır.

Üretim, paraya maliyetini ödeyerek ulaşanlar tarafından yapılmaktadır. Yani siz, faizini ödemeye razı olsanız bile, eğer belli bir teminat göstermezseniz, 1 trilyon lira parayı alamazsınız.

Bu, şuna benzer; babadan oğula geçen padişahlık sistemini düşünelim  Buna göre, siz ülke yönetimi için ne kadar kabiliyetli olursanız olun, eğer babanız padişah değil ise, tahta geçemez ve yeteneğinizi gösteremezsiniz.

Aynen böyle; günümüz şartlarında siz belki de dünyanın en başarılı iş adamı olabilecek iken, bu sermayeden mahrum kaldığınız için belki de kendinize iş dahi bulamayacaksınız.

Dolayısıyla faiz yoluyla bloke edilen, sadece piyasanın ihtiyaç duyduğu para değil, aynı zamandamilletin kabiliyetidir. Paranın, faizin esaretinden kurtularak özgür kalması ile dolaşıma girecek bu para, kabiliyetleri devreye koyacağı için, verimliliği de arttıracaktır.

Faiz, sadece vereni değil, zaman içerisinde alanı da olumsuz yönde etkiler. Faizle birlikte piyasa dengeleri bozulacağı için, piyasa aktörlerinin tamamını etkileyecektir.

Nitekim, Dünya halklarının fakirleşmesi global sermaye için de bir felaket olmuştur. Artık ürettikleri mala pazar bulamazken, toplam üretimin kat be kat fazlası paranın dolaşımda olmasının da önüne geçememektedirler.

Milli Ekonomi Modelimiz, ekonomiler için bu derece zararlı olan faizi, tamamen sistemin dışında tutmaktadır. Böylece para, özgürlüğüne kavuşacak,  üretimin önündeki engeller kalkacaktır. Böylece, aynı zamanda gelir dağılımındaki adaletsizliğin de önüne geçilecektir.

Yine Milli Ekonomi Modelimize göre, paranın piyasaya sunuluşumaliyetsiz bir şekilde Merkez Bankasının emisyonu genişletmesi ile sağlanacağı için, ne enflasyona zemin hazırlanacak, ne de paranın faizle piyasanın dışına çekilmesi ile oluşan talep daralması ve sonucundaki deflasyon yaşanmayacaktır.

Yüksek dikkatlerinize sunarım; Milli Ekonomi Modelinde ekonominin tüm meseleleri, beraber ele alınarak tamamını dengeye koyacak çözümler getirilmektedir

Bir yandan desteklenen tüketimle canlanan bir üretim seferberliği başlatılırken, üretim ve tüketimin beraber işleyişi ilesürekli büyümenin önü açılmaktadır. Bu sayede işsizlik problemi de halledilmektedir.

Maliyetlerin aşağıya çekilmesinin yolları, vergilendirmede adaletli bir sistem, üreticiye olan devlet destekleri ve en önemlisi ekonomilerin baş düşmanı olan faizin ortadan kaldırıldığı bir paketle de enflasyon bertaraf edilmektedir.

Bilindiği gibi, sürekli büyümenin sağlanması, işsizlik sorunu, gelir dağılımında adalet, enflasyon, tüm ekonomi zamanlarının problemi olmasına rağmen, halen çözümleri yapılamamış meselelerdi.

Milli Ekonomi Modeli ile halledilen bu sorunların, Milli Ekonomi Modeli dışında bir sistemde çözümüne de imkân yoktur.

Hem Sosyalist sistemler, hem de Kapitalist düzenler, sınıf farklılığının ve dolayısıyla kavgaların kaçınılmaz olduğu sistemlerdir. Bunlara göre, sınıflar arası kavga sistemlerin getirdiği ve katlanılması zorunlu bir durumdur.

Dünyada uygulanan ekonomi politikaları, hep toplumun bir kesimine destek verirken, diğer kesimini ihmal etmiştir.

Bu anlayışlara göre eğer siz, doğrudan gelir vergisini arttırırsanız, sosyal harcamalara daha çok para ayırabilirsiniz; ama bu sefer de daha çok vergi aldığınız için istihdamı azaltmış olursunuz.

Bu nedenle Kapitalist anlayışta, belli bir yaşa gelmiş insanların emekli maaşını arttırmak, işsizlik sigortası vermek, kamu bütçesi üzerinde yük olarak görülmektedir. Nitekim bu sistemin bir neticesi olarak şu anda başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinde sosyal harcamalarda kısıtlamaya gidiliyor.

Tezimizin paraya ve devlete getirdiği tarif ve yüklediği görevler, mevcut ekonomi modellerinin gelir dağılımının bozulmasına neden olan yanlışlarını ortadan kaldırmaktadır.

Devletin asli görevlerinden biri olan senyoraj hakkını kullanmasına imkân sağlayacak sistemimizde, piyasaların ihtiyaç duyduğu para maliyetsiz olarak karşılanacağı için, milletin emeği sayesinde elde edilecek gelirler, Sosyal Devlet projesi ile yine millete hizmet olarak aktarılacaktır.

Elde edilen gelirlerin ülke içinde kalmasına imkan veren bu yöntemde, gelirlerin herkesin istifade edebileceği eşit bir şekilde paylaşımı da yapılmış olacaktır. Bizim görüşümüze göre, Merkez Bankasının IMF talimatı ile değil, milleti temsil eden siyasi irade tarafından yönetimi de bu yüzden şarttır.

Devlet, piyasaları düzenleyen bir hakem gibi hareket etmeli, piyasaların küresel güçlerin eline geçmesini önlemelidir.

Serbest piyasa ekonomisini reddeden anlayışımızla, piyasaların belli güç odaklarının eline geçmesini engelliyoruz. Böylece hem kaynakları, hem de parayı serbest hale getirerek bireylere fırsat eşitliği de sağlamış oluyoruz.

İsteyen herkese proje mukabili verilecek faizsiz krediler, paranın tekelleşmesini önleyeceği gibi, millet fertlerinin ekonomi kabiliyetlerinin ortaya çıkmasına imkân tanıyacak, milli gelirin de adil bir şekilde dağılımını temin edecektir.

Milli Ekonomi Modelinde devlet, vatandaşlarının gıda, barınma, sağlık, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu haklar, doğumla kazanılır.

Bize göre bir insanın, üretim kabiliyeti olsun veya olmasın her yaşta tüketim hakkı mevcuttur.

Bu amaçla devlet, bir yandan emisyon hacmini arttırmak suretiyle proje karşılığında üretimi teşvik ederken, diğer yandan Sosyal Devlet olmasının gereği olarak tüketici kesimi destekleyerek gelirin adaletli bir şekilde dağılımını temin eder.

Modelimiz, toplumun bütün kesimlerine aynı anda fayda sağlayacak mekanizmaları devreye koymaktadır.  Mesela; tarım kesimini paranın tarifinden ve temel fonksiyonlarından yola çıkarak ve belli oranlarda emisyon hacmini arttırıp desteklemek, aynı zamanda toplumun diğer kesimlerini de dolaylı olarak desteklemek demektir.

Nitekim Türkiyede halkın % 35i tarımla uğraşmaktadır. Eğer üretici, o yıl elde ettiği üründen istediği geliri elde ederse; bu, o yöredeki esnafa alışveriş olarak yansıyacaktır.

Ayrıca tarım kesiminin desteklenmesi, tarım ve tarıma dayalı sanayinin de gelişmesi anlamına geldiği için bu, yeni istihdam sahalarının açılması demektir.

Yıllık geliri 100 bin YTL / yani 100 milyar TLnin altında olan kesimden vergiyi kaldıran Vergi politikamız, Sosyal Devlet anlayışı ile birlikte uygulandığında; dar gelirli kesim, her iki açıdan da desteklenmiş olacaktır.

Bu sayede dar gelirlinin gelir düzeyi, istenilen seviyeye çıkarılacağı gibi; bu kesimin tüketim kabiliyetinin de artmasıyla, üretici için ihtiyaç duyulan pazar da kendiliğinden oluşturulmuş olacaktır.

Elinde parası olmadığı için kahve köşelerinde boş olarak oturan bireylerin, ne kendilerine, ne de topluma bir faydası olmadığı malumdur.

Modelimizde yer alanproje mukabili sıfır faizli kredi imkânı, bu atıl durumdaki insanlara sunulduğunda; hem onların gelir seviyeleri yükseltilmiş, hem de bir üretim faaliyeti devreye konulmuş olacaktır.

Görüldüğü gibi tezimizde, Sosyal Devlet anlayışı ile kişilerin durumlarının iyileştirilmesi kadar, aslında toplumun tamamının iyileştirilmesi temin edilmektedir.

Ev hanımlarını emekli etmek, yeni doğan her çocuğa, işsizlere ve kimsesiz yaşlılara maaş bağlamak, öğrencilere karşılıksız burs vermek gibi insanlara doğrudan gelir desteğinin sağlanması, tüketim kabiliyeti olmayan kesimlere ihtiyaçlarını karşılama fırsatı verecektir.

Tezimizdeki Sosyal Devlet anlayışı, sunduğu projelerle, alt gelir grubuna ait insanlarıüst gelir grubuna ait insanların hayat standardına yaklaştırarak aradaki uçurumu kapatmaktadır.

Böylece toplumdaki servet ve gelir farklılıkları azalacağı gibi, insanların birlik ve beraberlikleri de gerçek anlamda sağlanacaktır.

Bu projelerin hayata geçirilmesiyle gerçekleşecek bir diğer önemli husus, bireylerin menfaatleri dikkate alınırken, yapılan çalışmaların aynı anda toplum menfaatlerini de en yüksek düzeyde iyileştirmesidir. Böylece hem birey, hem de toplum refaha ulaştırılırken, yalnızca biri değil ikisi de kazanmaktadır.

Fertler ve bu fertlerden oluşan toplumların olaylara yaklaşımında aklın değil, daha ziyade duyguların hâkim olduğu bilinen bir gerçektir.

Duygular ile olaylara getirilen çözümler ise bazen doğru olsa da, çoğu zaman menfaatlerin tatminine yöneliktir. Ekonomik olaylar karşısındaki tepkiler de, bu ölçü istikametinde değerlendirilmelidir.

İnsanın sahip olduğu duygulardan bahsetmişken, Milli Ekonomi Modelinde yer alan özel mülkiyet bahsine de değinelim.

Kişinin daha çocuk yaşta ortaya çıkan duygularından biri de sahiplenmedir. Bunun toplumda ortaya çıkış şekli olan özel mülkiyet ise, insanın doğasına uygun olduğu için ekonomi kuralları oluşturulurken yer verilmesi gereken bir meseledir.

Milli Ekonomi Modelinin unsurları arasında yer alan bu bahis, Marksist sistemlerde kabul edilmemektedir. Ekonominin temel konusu olan insanın duygularını dikkate almadan oluşturulan bu sistemde özel mülkiyet reddedilmiş ve insanın doğasına aykırı hareket edilmiştir.

Birey ve toplum menfaatleri dikkate alındığında genelde bireyi, hatta yalnızca belli bir kesimi mutlu edebilen sistemlerin karşısında Milli Ekonomi Modelinin getirdiği bu topyekün refahın temini meselesi, sadece bizim gerçekleştirebildiğimiz bir idealdir.

Milli Ekonomi Modelinin nüfus meselesine ve artışına yaklaşımı da mevcut iktisadi sistemlerden tamamen farklıdır.

Kaynakların sınırlı olduğu yanlışından yola çıkan Kapitalist teorisyenler, Maltusun nüfus artışının gıda maddelerindeki artışa göre çok hızlı olması sebebiyle, kıt olan kaynakların bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağı yönündeki tezini kabul etmişlerdir.  Bu sisteme göre artan nüfus, büyük bir tehlikedir ve önüne geçilmesi gerekir.

Yanlış olan bu yaklaşımı bir kenara bırakarak dünya gerçeklerinden hareket edersek; sadece Milli Ekonomi Modelinde dikkatleri çeken bir yaklaşım ve köklü çözüm vardır:

İhtiyaçların karşılanması için var olan kaynaklar,sınırsızdır. Para miktarındaki darlıklar ve teknolojik kısıtlamalar ortadan kaldırıldığında, busınırsız kaynakların yetmemesi gibi bir durum olamaz.

Ekonomilerde emeğin devreye konulmasının önündeki engeller kaldırıldığın ise, bir ferdinbirim zamanda üreteceği miktarbirim zamanda tüketeceği miktara oranla daha büyük olacaktır.

Bunu basit bir örnekle anlatabiliriz:

Evde pişen bir tencere yemeği düşünelim Eğer anneniz yeterli malzemeye sahip ise, bir gün içerisinde sadece kendisinin yiyeceği kadar değil, akşam eve gelecek tüm misafirleri doyuracak kadar yemek yapacaktır.

Tezimize göre her birey, potansiyel olarak kendi tükettiğinden daha fazlasını üretme kabiliyetine sahiptir. Bunun gerçekleştirilmesi için gerekli kaynaklar da mevcuttur.

Bizce önemli olan, bu emeği devreye koyacak ve verimli kılacak ekonomi politikalarının hayata geçirilmesidir.

Bunu yapacak tek sistem de Milli Ekonomi Modelidir.

Milli Ekonomi Modelinde, üretme kabiliyetinin tüketme kabiliyetinden daha fazla olması dikkate alındığı için; dünya nüfusu, gelecek için bir tehlike değil, aksine ümit ışığıdır.

Bize göre her doğan çocuk, diğer sistemlerde olduğu gibi, ekonominin sırtında bir yük değildir. Bilakis tüketim kabiliyetini arttırarak üretime katkıda bulunan ve onu teşvik eden bir güçtür.

Milli Ekonomi Modeline göre, tüketilen her mal ve emek, üretim kabiliyetini arttıracağı gibi, üretim çeşitliliğinin de önünü açacaktır.

Bugün İngilterede, Almanya da, İtalyada ve Japonyada yapılan araştırmalar, nüfusun yaşlanması ile yaşam standartlarının düştüğünü ve refah düzeyinin azaldığını göstermektedir. Dolayısıyla üretim için yeterli insan gücü şarttır.

Kapitalist ekonominin uygulandığı ülkelerde yapılan bu araştırmalar, Milli Ekonomi Modelinin nüfus artışına getirdiği yeni bakış açısının doğruluğunu ispatlamaktadır.

Milli Ekonomi Modelinin denenmiş iktisat görüşlerinden temeldeki farkı da zaten buradadır. Bizim için İktisat Bilimi, sınırsız kaynaklardan maksimum derecede istifade ederek, her yeni doğana huzurlu bir yaşam sunabilme ilmidir.

Milli Ekonomi Modelinde ülkelerin uygulaması gereken kur politikaları da ele alınmakta ve yeniden düzenlenmektedir.

Bugün dünyanın değişik yerlerinde FEX piyasalarında ulusal paranın alım ve satımı yapılmaktadır. Londra, New York, Paris, Tokyo gibi piyasalarda belli başlı ülkelerin paraları alınıp satılmaktadır.

Türk Lirası ile bu piyasalarda Dolar veya Euro almamız mümkün değildir. Başka bir ifade ile TL konvertibl değildir.

Ulusal paramız, dünyanın herhangi bir yerinde Dolar ile değiştirilemez iken; kendi topraklarımızda hem halkın arasında, hem de bankalar arası piyasalarda başta Dolar olmak üzerehart körinsiler işlem görebilmektedir.

Tezimize göre madem ki ulusal paramız, FEX piyasalarında işlem görmemektedir; öyleyse, kendi topraklarımızda da bu paraların konvertibl olmasına müsaade etmemizin bir izahı olamaz.

Dolar cinsinden rezerv tutan ülkeler, şayet bu rezervlerini sahibine geri götürseler, karşılığını bulamayacaklardır. Bu açıdan bakıldığında; zengin kabul edilen birçok ülke, gerçekte sadecedeğersiz kâğıt parçalarına sahiptir.

Son dönemlerde Asyada ve Meksikada çıkan krizler incelendiğinde; bunların ülkemizde çıkan krizlerle aynı yapıda oldukları görülecektir.

Ekonomi büyüyor gözükür iken ve enflasyon düşme eğiliminde iken, bir anda kriz patlamaktadır. Bu ülkelerin tamamında kriz öncesibüyük portföy akışının olması dikkat çekicidir.

İster sabit, ister dalgalı kur olsun; yabancı paranın değeri serbest piyasada belirlendiğinde, bu piyasalara hâkim olan global sermaye sahipleri bir anda ellerindeki ulusal veya yabancı parayı satarak veya alarak piyasaları darmadağın etmektedirler.

Nitekim her şey yolunda iken, cari açık, yabancı para ile finanse edilmekte, arkasından bir anda piyasalardan çekilen global sermaye bomba etkisi yapmaktadır.

Milli Ekonomi ModelindeKambiyo Sistemi, ithalat ve ihracata dayalı sabit kur sistemidir. İthalat ve ihracata dayalı bir sistemde, yabancı paranın değerini global sermaye sahipleri değil, ülkelerin Merkez bankaları belirleyecektir.

Böylece kontrol, devletin elinde olacağı gibi, yabancı paranın fiyatı gerçek değerinde ve ülkelerin çıkarlarına uygun bir fiyat düzeyinde ayarlanacaktır.

Ünlü spekülatör Sorosun İngiltere Merkez Bankasına bile devalüasyon yaptırdığı düşünüldüğünde; devletlerin kendi kontrollerinde olmayan bir kambiyo sisteminin, mutlaka piyasalarda büyük tahribatlara neden olacağı görülecektir.

Yabancı paranın ithalat ve ihracata bağlı olarak değerini bulması vesabit bir değişken olarak Merkez Bankası tarafından belirlenmesi; dövizi bir yatırım aracı olmaktan çıkarır.

Bu durumun, ülke ekonomilerine iki önemli katkısı vardır. Birincisi,milli gelirin küresel güçlere transferi engellenir. İkincisi,yabancılar, ülke ekonomisi üzerindeki etkilerini yitirirler.

Yani Serbest Piyasa ekonomisinde piyasalar, gelişmiş ülkelerin ve global tefecilerin kontrolüne geçmekte iken; tezimizde getirilen, halkın yararına devlet kontrolündeki piyasa anlayışı ile tefecilerin yerinimilletin kendisi almaktadır.

Şu anda ülkemizde uygulanan dalgalı kur sisteminin yararımıza olmadığı ortadadır. Zira, arka arkaya bu kadar yüksek cari açık vermemize rağmen, döviz fiyatlarının düşüklüğü bunun göstergesidir.

Normalde cari açık olan ülkelerde, döviz talebinden dolayı döviz fiyatlarını yükselmesi gerekir iken; ülkemizde düşmektedir. Global sermayedarlar, getirdikleri dövizi ülkemizde ulusal paraya çevirip satmak suretiyle, hem faizden, hem de düşük kurdan iki kere kazanmaktadırlar.

Bir ülkenin parasının değerini, o ülkenin ihraç mallarına olan talebin belirlemesi gerekir iken; bugün Serbest Piyasa adı altında, bu değer, global güçler tarafından belirlenmektedir.

Ancak devletin kontrolündeki bir kambiyo sisteminde yabancı para gerçek değerini bulacaktır.

Modelimiz, döviz piyasalarını,ülke ekonomilerini kontrol altında tutmakta kullanılan bir araç olmaktan çıkarmaktadır.

Milli Ekonomi Modelinin temel politikalarından biri de Dış Ticaret anlayışına getirdiği yeni düzenlemelerdir.

Bilindiği gibi dış ticarette devletler için asıl olan,mal ve hizmetin satımı değildir. Asıl hedef, devletinkendi mal ve hizmetine olan talepten yola çıkarak milli paralarının geçerli olduğu alanı büyütmek ve bu milli paralarını dış topraklarda konvertibl yapmaktır.

Bu nedenle ülkeler, ihracat yaparken karşılığında kendi paralarını isterler. Oysa başta ülkemiz olmak üzere, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde ihracat yapılırken, kendi paraları yerinehart körinsi kabul edilmektedir. Bu durumun adına artık ticaret değil, yerli kaynakların başka ülkelere aktarılması denir.

Anlattıklarımız örneklersek;  ABD'nin bizden buğday talep ettiğini kabul edelim. Eğer bunun karşılığında YTL istersek, ABD bu YTLyi temin etmek için cari fiyatlarla bize mal satmak zorundadır.

Bu mal, mesela bilgisayar olsun. Bilgisayar karşılığında 1000 YTL alan ABD, bu 1000 YTLyi bize vererek bir ton buğdayı alır. Sonuçta Türkiye bilgisayarını elde ederken, ABD de buğdayı alır.

ABD'nin buğday karşılığında bize 1000 dolar verdiğini kabul edelim. Biz de bu parayı Merkez Bankasının kasasında veya emisyon olarak piyasada tuttuğumuz varsayalım. O zaman ABD, kendisinebaskı masrafı dışında hiçbir maliyeti olmayan kağıt ile buğdayımızı elde ederken; gelirimizi, kendisine transfer edecektir. Ülkemizde yaşanan durum budur.

ABD'nin yılda 600 milyar dolar açık vermesine rağmen, halen ayakta kalmasının sebebi ithalatını kendi parası ile yapmasıdır.

Bir ülke, ihraç ettiği mallarının karşılığında kendi milli parasını talep etmez, örneğin Dolar alırsa ve o Dolar emisyon olarak iç piyasada dolaşırsa; o taktirde verilen ürünün karşılığında gerçekte  ABD'nin karşılıksız Doları alınmış demektir.

Ki, bunun adı da olsa olsa sömürgeciliktir.

Milli Ekonomi Modelinde dış ticaret, bir sömürü yöntemi olmaktan çıkarılacak, alış-veriş kurallarına göre yürütülecektir. İhracat, yerli paranın etki alanlarının oluşturulması için kullanılacaktır. Üretilen ürünlerin pazar bulduğu alanlar, aynı zamanda yerli paranın da kullanım alanı olacaktır.

Kapitalist anlayışın dış ticaret konusunda çeşitli modelleri vardır Karşılaştırmalı ve mutlak üstünlükler kuralına göre; ülkeler, ucuza ürettikleri ve üstün oldukları malları üretip ihraç etmeli; üstün olmadıkları, yani pahalıya ürettikleri malları ise ithal etmelidirler.

Bu tavsiyeye uyan az gelişmiş ülkeler, zamanla küresel güçlere boyun eğerek onlara her alanda bağımlı hale gelmişlerdir.

Çünkü bir ülke, maliyeti ne olursa olsun gıda, savunma, eğitim, sağlık gibi temel alanlardaki ihtiyaçlarını kendisi üreterek karşılayamıyorsa; ayakta durması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Zira ülke, artıkaçık Pazar haline gelerek, iktisadi ve siyasi bağımsızlığını kaybedecektir.

Çin'in enerji, hammadde, vergi gibi giderleridünya standartlarının altına çekmesi ile; Çinli firmalar, bizden çok daha az maliyetle mal satmaktadırlar. Bu mantığa göre, bizim hiçbir şey üretmeyip her şeyi Çinden almamız gerekmektedir.

ABD ve AB ülkeleri, çiftçisine yılda 100 milyar dolar üretim desteği verdiği için tarım ürünlerini bizden daha ucuza mal etmektedir. O zaman tarım ürünlerini de bu ülkelerden almalıyız. Bu durum, ülkeleri açık pazar yapmaktan başka bir işe yaramaz.

Mukayeseli Üstünlük Teorisi gereği siz tarım ürünlerini üretin; sanayi ürünlerini biz size satalım şeklindeki öneriye, Mustafa Kemal Atatürk, devlet üretme çiftlikleri kurarak ve bizzat traktöre binip poz vererek cevap vermiştir.

Ayrıca Kayseri'ye kurduğu uçak fabrikasından Belçikaya uçak ihraç ederek Kapitalist anlayışın oyununu bozmuştu.

Liberal Kapitalist anlayışın Faktör Donatım Teorisi iseişgücü açısından zengin ülkeler emek yoğun malları üretsin; sermaye bakımından güçlü ülkeler ise sermaye yoğun ürünler üretsin tezini işlemektedir.

Bu teze göre az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, sanayileşen ülkelerinfasoncusu konumuna düşmüşlerdir.

Hatırlanacağı gibi ülkemiz tekstil, ayakkabı, deri gibi sektörlerde ABD ve AB ülkelerine ihracat yaparken, Çin'de ve Doğu Avrupada emek fiyatları aşağıya çekilince bu sektörlerde çöküş yaşanmıştır.

Bu görüşlerin uygulanması ile her ay dış ticaret açığımız rekor kırmaktadır. Kurun düşük tutulması ile ithalat her alan da büyük boyutlara ulaşmıştır.

Milli Ekonomi Modelindeyerli üretimin korunması öncelikli hedef olarak kabul edildiği için, yerli üretime katkı yapılacak veya sahip olunmayan kaynakların ithalatının önü açılacaktır. İhracat teşvikleri ile yerli üretici desteklenirken, dış pazarların bulunmasını devlet sağlayacaktır.

SONUÇ

Milli Ekonomi Modeli bir milli devletin olmazsa olmazıdır. Ve küreselleşmenin tek panzehiridir. Milli Ekonomi Modeli, Türkiye Cumhuriyeti laik demokratik hukuk devletinin ilelebet payidar kalmasının garantisi ve teminatıdır.

Yıllarca bize ait olmayan kültürlerin mahsulü olan ekonomi politikalarının uygulanması, bizi içinde bulunduğumuz noktaya taşımıştır.

Kalkınamayan, kalkınmak için çırpındıkça global bataklıkta dibe vuran topluluklara müjdeler olsun!..

Milli Ekonomi Modeli ile Ulusal Sosyal Devlet  projesini ortaya atan, zayıf devleti değil, her işte halkı ile eşit şartlarda el ele güçlü bir devleti, yanibaba devleti tanıtan ve takdim eden bu tez  kurtuluşunuza kaynak olacaktır.

Şunu asla unutmayınız; bu model ekonomide bir alternatif model değildir.

Dünyada diğer iktisadi görüşlerin devri bitmiş, Milli Ekonomi Modelinin devri başlamıştır.

Aziz milletimize ve bütün insanlığa hayırlı olsun.