Milli Ekonomi Modeli
Prof. Dr. Haydar Baş

1– BORÇLANDIRMA YÖNTEMİ

Devletlere yatırım ve kamu harcamalarını uzun vadeli, faizli krediler ile yapmalarını tavsiye eden global sermaye sahipleri ve kalkınmış kabul edilen ülkeler, başta Dünya Bankası kanalı ile olmak üzere özel finans kuruluşlarından krediler sağlayarak ülkeleri borç sarmalının içine itmektedirler.

Kalkınma hayalleri ile baraj, köprü, yol vb. yatırımlarını yapan ülkeler, zaman içerisinde kendilerini “içinden çıkılmaz bir borç batağı”nda bulmaktadırlar. Kalkınmış kabul edilen ülkelerden borç alan bu devletler, zaman içerisinde borç aldıkları odakların “siyasi olarak esir”i haline gelmektedirler.

İlk kademede kamu harcamalarını arttırmayı teşvik edenler, kamu ihalelerinde yapılan yolsuzluklarla devletlerin daha fazla borçlanmalarına destek olmaktadırlar. Devletler, içine düştükleri bu borç sarmalından kurtulamaz noktaya gelince; devreye IMF girmektedir. IMF tarafından dayatılan reformlar ve yeniden yapılandırmalarla, ülkelerin her türlü gelirleri, madenleri, yerüstü kaynakları, kamu işletmeleri, yapılan baskılarla global firmalara aktarılırken, siyasi olarak da ABD kontrolünde iç ve dış politika
izleyen bağımlı devletler ortaya çıkmaktadır. Dışarıdan alınan borç para ile kalkınma yolunu seçen ülkelerin 2006 yılı itibari ile toplam dış borçları, 3.150,6 trilyon dolar seviyesine çıkmıştır.

2007 yılında bu rakamın 3.352 trilyon dolar olması beklenmektedir; bu borcun  nerede ise % 75 ‘i özel finans çevrelerinden alınan borçlardır (28).

Kaldı ki, kalkınmakta olan ülkelerin global sermaye sahiplerine olan borcunun ağırlıklı kısmı iç borç şeklindedir. Dış borç rakamlarına, ondan daha fazla olan iç borç rakamları eklendiğinde; nerede ise 10 trilyon dolara varan bir borç batağının içine itilen kalkınmakta olan ülkelerin, hem ekonomi hem de siyaset bağlamında artık vesayet altında olduğu görülecektir.

Borçlandırma yöntemi ile ülkelerin nasıl teslim alındığı ile ilgili güncel örnekler, yaşanılanları çok daha net ortaya koymaktadır.

a– OSMANLI İMPARATORLUĞU

İlk defa 1854 yılında Kırım Savaşı esnasında İngiltere ve Fransa’dan  3 milyon sterlin alarak borçlanma sarmalının içine itilen Osmanlı’nın eline, sadece 2.018  milyon sterlin geçmiştir.1870 yılında çıkartılan tahviller nominal değerinin ancak üçte birine alıcı bulabiliyordu; yani Osmanlı, ödediği her 100 lira için sadece 33 lira para alabiliyordu.

1859 yılında ilk borç alınmasının 5 yıl sonrasında İngiliz ve Fransız üyelerin de katılımı ile Islahat–ı Maliye Komisyonu kuruldu. Bu komisyon, günümüzde olduğu gibi kamu harca malarını kısma ve vergileri arttırma üzerine yoğunlaşmıştı.

1863 yılında Osmanlı Bankası kuruldu. Osmanlının Merkez Bankası olarak işlev görecek bankanın yetkileri içerisinde banknot basma yetkisi de bulunuyordu. İsmi Osmanlı olan bankanın sahipleri ise elbette borç veren iki ülke, yani Fransa ve İngiltere idi.

1881 yılında Osmanlı, borçlarını ödeyemeyince Düyûn–u Umumiye Teşkilatı kurularak, Osmanlı’nın damga, balık, tütün, tuz, Kıbrıs gümrük vergileri gibi birçok vergisine el konuldu. Düyûn–u Umumiye, I. Dünya savaşına gelindiğinde 5000 çalışanı ile dünyanın en büyük tahsilat kurumu olarak vazifesini ifa etmekteydi.

Osmanlı’nın, borç alması ile sadece vergilerine el konulmadı; borç veren sömürgeci güçler, Osmanlı’nın bütün idare sine karışmakta, onun parçalanmasına zemin hazırlayan yasaları tek tek ona aldırmakta idiler.

İlk borç alındıktan 2 yıl sonra Ali Paşa hükümeti döneminde, İngiliz ve Fransızlarla beraber hazırlanan 1856 Islahat Fermanı maddeleri, yakından incelendiğinde, günümüzün AB İlerleme raporları ve IMF talimatları ile olan benzerliği dikkatleri çekecektir.

Bu fermana göre;

– Yabancılar mülk edinme  hakkı ediniyor,

–  Azınlık okullarının açılmasına ruhsat çıkıyor,

– Patrikhanede alınan karaların Babıali tarafından onaylanması sağlanıyor,

– Azınlıklar için farklı mahkemeler oluşturuluyordu.

Azınlıklara verilen her türlü imtiyazla birlikte çok kısa süre içerisinde Osmanlı ekonomisi azınlıkların kontrolüne geçmiştir. Genelde Osmanlı’nın yer altı kaynaklarının talan edilmeside 1854 yılında alınan ilk borçla birlikte başlamıştır. 1856 yılında yapımına başlanılan Aydın demiryolu projesi ile, demiryolunun 45 kilometre çevresinde bulunan bütün madenlerin işletim hakkı, çok cüzi ücretlerle İngiliz firmalarına devredilmiştir. Birçok ecnebi madan şirketi Osmanlı topraklarına üşüşmüşlerdir:

a– Abotts Emmry Mınes Ltd

b– Edward Hadkinson Maden Şirketi

c– P.G. Barf Ve Şükerası Altın Şirketi

d– Peterson Ve Şükrası Krom Madeni

e– Edward Hadkinson Gümüş Madeni

f– Mr. Wılson Demir Madeni

g– J.Whittal Civa Madeni

h– Alfred Charnaud Mermer Ocağı

i– Whıttal Ve Şükerası Kalemin Ve Krom Madeni

j– Issıgonis Demir İşletmesi

k– Rıo Tınto Bor Madenleri (29).

1882 yılından 1922 yılına kadar sadece krom ile ilgili 35 adet imtiyaz verilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir; Jon Peterson, Chalton Venil, Dimitraki Meziki vb. (30).

Yine Bağdat demiryolu projesinin yapımını üstlenen Bağdat Demiryolu Şirketine, demiryolunun etrafında 20 kilometrelik hat içerisindeki madenlerin imtiyaz hakkı verilmiştir (31).

Bu örnekler çoğaltabilir; ancak temel gerçek olan şu: Osmanlı’nın yıkılışı savaşlar ile değil, alınan borçlar ve akabinde verilen imtiyazlarla sağlanmıştır.

I. Dünya savaşından sonra Anadolu’yu işgal eden devletler, alacaklarını gerekçe göstermişlerdir. Dünün birçok sömürgeci devletinin yerini, bugün dünya krallığı hayali ile bütün dünyayı kana bulayan ABD almıştır. Hızla global bir köye dönüşen dünyamızda, küresel bir imparatorluk peşinde olan ABD, devletleri ele geçirme yolu olarak bugün uluslararası şirketleri kullanmaktadır. Ekonomik olarak kendine bağımlı hale getirdiği ülkelerden, verdiği borçların karşılığında para değil, “yeraltı kaynaklarının kullanım hakkı, topraklarının ABD üssü haline getirilmesi vs…” gibi siyasi talepler istemektedir.

Şirketler aracılığıyla bu taleplere boyun eğmeyen ülkeleri ise, ikinci adımda CIA destekli krizler, darbeler veya devlet başkanlarının kazalarda ölümü beklemektedir. Yine de istenilen netice alınamazsa, artık “işgal” ederek, ülkelerin kaynaklarının zorla ele geçirilmesi söz konusudur.  

Bu konuda, John Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” isimli kitabında çarpıcı açıklamalara yer verilmektedir. John Perkins, kendi ifadesiyle “yanıltan özgeçmişi”ne göre,  “MAİN adlı firmada enerji ve çevre sistemleri bölümünde, ekonomi departmanı müdürü olarak  Asya, Latin Amerika ve Ortadoğu’da önemli projelerin sorumluluğunu üstlenmiştir.

Bu çalışmaları arasında kalkınma planlaması, ekonomik tahminler, enerji talep tahminleri, pazarlama çalışmaları, çevresel ve ekonomik etki çalışmaları, yatırım planlaması gibi ko
nular vardır.”

“Çoğu ABD vatandaşları gibi, MAİN çalışanlarının çoğunluğu da elektrik santralleri, otoyollar ve limanlar yaparak, bizim bu ülkelere aslında iyilik yaptığımızı zannediyorlardı... ” (32).

“Ekonomik tetikçiler (ET’ler), yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir.

Dünya Bankası, ABD uluslararası kalkınma ajansı (USAID) ve diğer yabancı yardım kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol eden bir kaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarmaktadırlar.

Kullandıkları araçlar arasında sahte finanssal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun, imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen,  günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum, ben bir
ET’im…” (33).

“... Bana işimin iki temel amacının olduğu söylendi. Birincisi, devasa inşaat ve mühendislik projeleri aracılığı ile parayı MAİN ve diğer Amerikan şirketlerine geri döndürecek büyük uluslararası kredileri haklı gösterecektim. İkincisi, bu kredileri alan ülkeleri iflas ettirmek için uğraşacak, böylece alacaklılarına sonsuza kadar borçlu kalıp, askeri üsler, diğer doğal kaynaklara erişim gibi yardıma ihtiyacımız olduğunda kolay birer hedef olmalarını sağlayacaktım” (34).

“Biz ET’lerin en iyi yaptıkları şeylerden biridir bu: Küresel bir imparatorluk kurmak… Diğer milletleri, en büyük şirketlerimizi, hükümetimizi ve bankalarımızı yöneten şirketokrasiye boyun eğmeye zorlayan koşulları yaratmak için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan seçkin bir grubuz biz. Mafyadaki karşıtlarımız gibi biz de iyilik yaparız. Bunlar genellikle alt yapı–elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, sanayi siteleri– yatırımları için verilen borçlardır.

Bu tip borçların bir şartı da tüm bu projelerin kendi ülkemizin mühendislik ve inşaat firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. İşin aslı, paranın çoğu ABD topraklarını terk etmez bile; sadece Washington’daki banka ofislerinden New York, Huston veya San Fransisco’daki mühendislik ofislerine aktarılır. Paranın bu şekilde, şirketokrasi üyesi olan işletmelere nerede ise anında geri gelmesine rağmen; borçlu ülke, hem ana parayı hem de faizini son kuruşuna kadar ödemek zorundadır. Eğer bir ET gerçekten başarılı ise, verilen borç miktarı o kadar fazla olur ki, borçlu ülke birkaç sene sonra ödemelerini yapamaz hale gelir.

İşte o zaman da biz, mafya gibi diyetimizi isteriz. Bu da genellikle şunlardan biri veya birkaçını içerir:

– Birleşmiş Milletler’de vereceği oyun kontrolü,

– Topraklarında askeri üslerin kurulması,

– Petrol Yasası, Panama kanalı gibi değerli kaynaklara erişim.

Bu arada borç yükümlülüğü tabii ki devam etmektedir. Ve küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenir.

… Üçüncü dünyanın borcu 2,5 trilyon dolara yükselirken; bu borcun faizi –2004 yılı itibariyle senede 375 milyar dolar–, tüm üçüncü dünyanın sağlık ve eğitim harcamalarını ve gelişmekte olan ülkelerin yıllık aldıkları dış yardımın 20 katını aştı” (35).

“Bu modern imparatorluk yaratma işinde ustalık ve kurnazlık, Romalı kumandanları, İspanyol istilacıları ve 18. ve 19. yüzyıl Avrupalı sömürgeci güçleri utandıracak düzeydedir. Biz ET’ler, proje mahallerini gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Fedakarlık taslar, yaptığımız o harika hayırsever işlerden yerel gazetelere söz ederiz. Hükümet komisyonlarının konferans masalarını   hesap çizelgeleri ve finansal tahminlerimiz ile donatırız... hep kayıt altında ve ortadayızdır. Daha doğrusu kendimizi öyle gösterir ve öyle kabul görürüz. Sistem böyle çalışır. Gerekirse yasadışı yollara da başvururuz. Çünkü sistemin kendisi  kandırma ve hile üzerine  kurulmuştur ve sistem tanım olarak yasaldır” (36).

b– ENDONEZYA

1967 yılında The Time–Life adlı şirketin önderliğinde Cenova’da  Endonezya’nın dünyanın en büyük çokuluslu şirketlerince nasıl kalkındırılacağı (!) konusunda bir konferans yapıldı. Sözde kalkındırılacak olan Endonezya masaya yatırılmış ve zengin yer altı kaynakları, ormanları, finans kuruluşları, sigara üretim şirketleri… teker teker parsellenmişti. Gelişmiş dünyanın semirmiş şirketleri, masaya yatırılmış Endonezya’nın üzerine üşüşmüşlerdi....

Kimler yoktu ki; Rockefellerlar, Rotschıldlar ve onların petrol şirketleri, İngiliz Kraliyet Ailesi karteline ait şirketler, General Motors, British American Tobacco, US Steel, Freeport Mc Moran, Alcoa, Inco, BHP Billiton, Rio Tinto ve daha niceleri.....

Ülkesini çokuluslu şirketlere pazarlayan Suharto Endonezya’ya döner dönmez, yabancı yatırımı düzenleyen bir kanun çıkartmıştı. Bu yasa, tıpkı ülkemizde geçirilmeye çalışılan Maden Yasasında Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı ve Geri Kalmış İllerde İstihdam Yaratılması ve Yatırımların Teşvik Edilmesi Hakkındaki Kanun Teklifi’nde olduğu gibi 5 yıl vergi muafiyeti sağlıyordu.

Freeport şirketi, Batı Papua’nın bakır madenlerini ele geçirdi. Alcoa Endonezya’nın tüm boksit rezervlerine el koydu. Inco adlı şirket nikel madenlerine, BHP Billiton, Rio Tinto Plc, BP Amoco Endonezya’nın kömür kaynaklarına el koymuştu…

Beş yıl vergi muafiyetinden faydalanan çokuluslu madencilik şirketleri Endonezya’nın yer altı kaynaklarını muafiyet süresi dolmadan talan ettiler. Hiper Marketler, enerji, bankacılık ve finans sektörleri tamamen finans kapitalin eline geçmişti. Ancak Endonezya’da istihdam artmadı, yaratılan gelir yurt dışına çıkarıldı. Servet el değiştirdi, doğal kaynaklar tamamen çokuluslu madencilik kartellerinin kontrolünde ve mülkiyetindeydi.

Kişi başı gelir asla 1.000 Dolar’ın üstüne çıkamadı. Nitekim 2001 yılında kişi başı gelir, 688 Dolardı (37).

“Birleşik Devletlerin dış politikasının dayanağı, Suharto’nun (Endonezya’nın o dönemdeki Devlet Başkanı) Washington’a İran Şahı’nın ettiği biçimde hizmet edeceği idi.... Ve Endonez ya’da petrol vardı. Rezervlerinin miktarı veya kalitesi hakkında kimsenin bir fikri yoktu, ama petrol şirketinin sismologları olasılıklar hakkında çok ümitliydiler” (38).

Endonezya’nın ABD’nin istediği noktaya gelebilmesi için MAİN şirketi, Perkins’i, bir ekiple beraber altyapı çalışmalarını hazırlaması için Endonezya’ya göndermişti.

“Endonezya hükümeti, Asya Kalkınma Bankası ve USAID ile olan kontratlarımız, ekipten birinin, nazım planın kapsadığı alandaki tüm yerleşim birimlerini ziyaret etmesi gerekiyordu... Yapılan çalışmalardan sonra hazırlanan rapora göre; elektrik talebindeki artış yeni sistemin tamamlanmasından sonra 12 yıl boyunca yılda ortalama % 19 olacak, sonraki 8 yıl boyunca %17’ye düşecek ve 25 yıllık tahmin süresinin geri kalanında da sabit  % 15 olacaktı” (39).

Bu varsayımın geçerliliği konusunda yetkilileri ikna ederek projenin hayata geçirilmesini sağladı.

c– EKVATOR

“Bugün ET örgütlü bir konsorsiyum tarafından 1,3 milyar dolara inşa edilen 450 kilometrekarelik yeni bir boru hattı sayesinde Ekvator, ABD’ye petrol ihraç eden ilk on ülke arasına girmeyi hedefliyor. Bu arada, yağmur ormanlarından büyük bölümü tahrip edilmiş, makavlar ve jaguarlar neredeyse yok edilmiş, üç yerel Ekvator kültürü yok olmanın eşiğine getirilmiş ve billur gibi nehirler birer pislik yuvasına dönüştürülmüştür.

... ET’ler yüzünden Ekvator bugün, biz onu modern bankacılık, mühendislik ve ekonomik yöntemler gibi mucizeler ile tanıştırmadan öncesine kıyasla çok daha kötü bir durumda.

1970’den beri petrol patlaması olarak bilinen bu dönemde, resmi yoksulluk oranı % 50’den %70’e ve işsizlik %15’den %70’e çıkarken, kamu borcu da 240 milyon dolardan 16 milyar dolara yükseldi. Aynı zaman diliminde milli kaynaklardan nüfusun en yoksul kesimlerine ayrılan pay da % 20’den % 6’ya düştü” (40).

“ET projelerinden dolayı dış borç içinde yüzen Ekvator, milli bütçesinden haddinden fazla bir payı, resmen yoksulluk sınırının altında olarak tanımladığı milyonlarca vatandaşına yardım etmek için kullanmak yerine, bu borcu ödemeye ayırmak zorundadır. Bu borç yükünden kurtulmak için Ekvator’un tek şansı yağmur ormanlarını petrol şirketlerine satmaktır.

Aslında ET’lerin daha en başta gözlerini Ekvator’a dikmelerinin nedenlerinden birisi de Amazon bölgesinin altında Ortadoğu’daki petrol sahalarına rakip olabilecek büyüklükte olduğuna inanılan petrol denizinin varlığı idi. Küresel imparatorluk, diyetini petrol imtiyazları olarak talep etmektedir.

... Ekvator, ET’lerin ekonomik–politik birliğe getirdikleri tipik örneklerden birisidir. Ekvator’daki yağmur ormanlarından çıkartılan her 100 dolarlık ham petrole karşılık, petrol şirketleri 75 dolar elde ederler. Kalan 25 doların dörtte üçü dış borç ödemelerine gider.

d– PANAMA

Kalanın da çoğu askeri ve diğer harcamalara gidince sağlık, eğitim ve yoksullara yardıma yönelik diğer programlar için yaklaşık 2,5 dolar kalır” (41).

“Ekvator’un o dönemdeki Devlet Başkanı Roldos, 1981’in başlarında yeni hidrokarbonlar yasasını Ekvator Parlamentosu’na sundu. Bu yasa eğer uygulanırsa, ülkedeki petrol şirketleri ile olan ilişkilerde bir reform olacaktı.

... Roldos, petrol şirketleri de dahil olmak üzere tüm yabancı kurumları, Ekvador halkına yardımcı olacak planları hayata geçirmezlerse, ülkesinden çıkmak zorunda bırakılacakları konusunda uyardı. Bunun ardından 24 Mayıs 1981’de bir uçak kazasında öldü.

“Roldos’un ölümünün bir kaza olmadığı hakkında en ufak bir şüphem yoktu. CIA tarafından organize edilen bir suikastın bütün işaretlerini taşıyordu” (42).

“Panama, bir Amerikalı ve bir Fransız arasında yapılan bir anlaşma ile Amerika’ya hizmet etmek için Kolombiya’dan ayrılmak zorunda bırakılmıştı.

… Yarım yüzyıldan fazla bir süre Panama, Washington ile güçlü bağları olan zengin aileler oligarşisi tarafından yönetilmişti.

... Ancak o yıl –1968–, ben barış gönüllüsü olarak Ekvador’da iken Panama’nın tarihinin gidişatı birden bire değişti. Son diktatör Arnulfo Arias bir darbe sonucu devrildi ve Omar Torrijos devlet başkanı olarak  ortaya çıktı.

… Torrijos ile, tarihinde ilk defa Panama, Washington’un veya herhangi birinin kuklası değildi… O sadece Panama vatandaşlarının, yaşadıkları toprak ve onu ikiye bölen bir suyolu üzerinde egemenlik hakları olduğunu ve bu hakların en azından Birleşik Devletlerin sahip olduğu kadar geçerli ve ilahi birer armağan olduğunu söyledi. Torrijos, her ikisi de kanal bölgesinde bulunan Amerikalılar okulu ve  ABD güney komutanlığının Tropikal Savaş Eğitim merkezine de karşı çıkıyordu " (43).

“Torrijos hükümeti, MAİN’in ülke üzerindeki çalışmalarını anlayarak buna fırsat vermedi, tam aksine verilen mücadeleler neticesinde Torrijos, kanalı ABD’den geri aldı. Aynı yıl Başkan Carter ile hem kanal bölgesini, hem de kanalın kendisini Panama kontrolüne devreden yeni anlaşmayı imzaladı” (44).

“Torrijos, Reagan yönetiminin kanal anlaşmasını yeniden masaya yatırma isteğini inatla reddetti. Roldos’un ölümünden 2 ay sonra, Omar Torrijos da bir uçak kazasında öldü. Tarih 31
Temmuz 1981.

... 20 Aralık 1989’da Birleşik Devletler, 2. Dünya Savaşından bu yana bir şehre yapılmış en büyük hava saldırısıyla Panama’ya saldırdı. Panama ve Panamalılar ne Birleşik Devletler, ne de herhangi bir başka devlet için kesinlikle bir tehdit oluşturmuyorlardı...” (45).

e– VENEZUELA

Chavez’i iktidardan devirmek için her türlü yolu deneyen ABD, halkı ayaklandırmakta başarılı olamayınca, Venezuela ekonomisinin bel kemiği olan devlet petrol şirketinde (PDVSA) grev başlattı; ancak bunda da başarılı olunamadı.

‘’Kamuya ait petrol şirketi Petroles de Venezuela Sociedad Anonima’nın (PDVSA).

Bugün PDVSA’nın yıllık cirosu en aşağı 40 milyar dolar ve dünyada ikinci zengin hidrokarbon yatakları üzerinde oturuyor –78 milyar varil petrol ve tahmini 238 milyar varil tar–petrol (çok ağır, asfalt içeren petrol). Latin Amerika’nın en büyük şirketlerinden biri ve ABD’ye petrol satan ülkeler arasında dördüncü. PDVSA’nın bir yan kuruluşu olan Citgo, ABD’de kurulu... 8 rafineri ve 14.000 benzin istasyonu ile ABD’de Venezuela petrolünün dağıtımını yapıyor.

Bütün Venezuela mali bakımdan PDVSA’ya bağımlı: Petrol satışı devlet gelirinin yarısını ve dışsatımın % 80’ini sağlıyor. Venezuela ekonomisinin önemli ölçüde artı değer yaratan tek kesimi PDVSA. Grev hikayelerinde tekrar tekrar işitilen bir isim var: INTESA…1996’da kurulan bu teknoloji firması, PDVSA ve U.S Fortune 500 şirketinden biri olan Science Applications İnternational Corp– SAIC’in ortak yatırımı. INTESA’yı bir önceki hükümetten miras alan Chavez hükümeti, SIAC’ın ABD İstihbarat Kuruluşlarıyla yakın ilişkisini dehşet içinde öğrendi. SIAC’ın yönetim kurulu üyelerinden bazıları:

Eski CIA müdürleri John Deutsch ve Robert Gates, eski ABD savunma bakanı William Perry, Christian Parenti –The Nation dergisi muhabiri, yazar– (46).

6 Şubat tarihli Christian Science Monitor gazetesi (CSM) ABD Uluslararası Kalkınma Kurumu’nun (US Agency for International Development) az tanınan Değişim İnisiyatifi Bürosunun –DİB (Office for Transition Initiatives) Venezuela’da karşıt gruplara milyonlarca dolar aktardığını açıkladı.

ABD Kongresi’nin finanse ettiği “Demokrasi için Ulusal Fon”un (National Endowment for Democracy–NED) karşıt gruplara para sağladığını belgelerle kanıtlandı. Ama CMS, DİB’in “di ğer ABD kurumlarından daha az bilindiğine, ABD çıkarlarına daha bağlı olduğuna ve olağanüstü esnek bir bütçesi” olduğuna dikkat çekiyor...

Kaygı verici diğer bir durum da, önde gelen sağ kanat televizyon programcısı ve Bush savunucusu tutucu dinci Pat Robertson’un 2 Şubat’ta Fox kanalı haber programı “Hannity and Colmes”de Chavez’e suikast düzenlenmesini ikici defa istemesi (İlk olarak geçen Ağustos’ta böyle bir konuşma yapmıştı). Robertson Chavez’in “hemen değil ama bir gün” muhakkak öldürülmesi gerektiğine inandığını söyledi ve eğer Chavez tutumunu değiştirmezse “bir gün Venezuela ile sa vaşmak zorunda kalacağız” dedi.

Reuters Ajansının 1 tarihli raporuna göre, sağ kanat Hıristiyan örgüt “Amerikan Aile Derneği” ABD içinde Venezuela karşıtlığını desteklemek için, Chavez karşıtı hareketlerin arasına katıldı. 3 milyon üyesi olduğunu iddia eden dernek, A merikalıları, Citgo Petrol Şirketini boykot etmeye çağırıyor.

Citgo, Venezuela’nın petrol şirketi PDVSA’nın ABD’de petrol arıtım ve dağıtımının yanı sıra ABD’li yoksullara ucuz yağ–yakıt dağıtımını yapıyor (47).

Chaves yabancı petrol firmalarının devlete verdiği vergiyi önce % 1’den % 16 ya çıkardı. Şimdi de % 33’e, ardından %50’ye çıkarmaya çalışıyor. Son 7 yıl içerisinde 11 seçime gitmek zorunda kalan Venezuela’da halk, ABD’’nin iç işlerine karışmasından ciddi biçimde rahatsız.

J. Perkins şu tahlili yapmaktan kendini alamıyor:

“ABD’nin 3. en büyük petrol sağlayıcısı Venezuela’da yeni seçilen popülist başkan Hugo Chavez, ABD emperyalizmi olarak nitelediği her şeye karşı güçlü bir biçimde cephe almıştı ve ABD’yi petrol satışını kesmekle tehdit ediyordu. ET’ler Irak ve Venezuela’da çuvallamışlardı...” (48).

“Los Angeles Times’ın yazdığı gibi, Bush yönetimi yetkilileri, Salı günü Venezuela Başkanı Hugo Chavez’i, Venezuela’daki askeri ve sivil liderler aracılığı ile devirmeyi aylardır tartıştıklarını kabul ettiler... Yönetimin, bu başarısız darbe girişimini ele alış tarzı inceleme konusu olmuştur” (49).

f– GUATEMALA

J. Perkins, Guatemala’ya yönelik globalist manevraları şu ifadelerle itiraf ediyor:

“1950’lerin başlarında fakir halkın açlıktan kurtulması için yardım sözü veren Arbenz, seçildikten sonra kapsamlı bir toprak reformu gerçekleştirdi.

Guatemala’daki en büyük ve baskıcı toprak sahiplerinden olan United Fruit’in bu önlemlere karşı olduğunu biliyorduk. Kolombiya, Kosta Rika, Küba, Jameika, Nikaragua ve Panama’da da, büyük plantasyonları vardı. Arbenz’in bizlere de örnek olup, kafalarımıza fikirler sokmasına izin vermezlerdi.

United Fruit, Birleşik Devletler’de ‘Amerikan kamuoyunu ve kongresini Arbenz’in bir Rus komplosunun parçası olduğuna ve Guatemala’nın da bir Sovyet uydusu olduğuna inandırma’ya yönelik büyük bir halkla ilişkiler kampanyası başlattı. 1954’de CIA bir darbe tezgahladı. Amerikan pilotları Guatemala şehrini bombaladılar ve demokratik olarak seçilmiş Arbenz devrilerek, yerine acımasız bir muhafazakar olanCarlos Castillo Armas geldi.

Yeni hükümet, her şeyini United Fruit’e borçlu idi. Teşekkür olarak hükümet toprak reformu sürecini tersine çevirdi. Yabancı yatırımcılara ödenen faiz ve temettülere uygulanan vergiyi iptal etti, gizli oylamayı kaldırdı ve binlerce rejim aleyhtarını hapse attırdı. Guatemala’nın başına bela olan şiddet ve terörizm United Fruit, CIA ve  diktatörün emrindeki Guatemala ordusu arasındaki açık ittifaka bağlıdır” (50).

1960 yılında başlayan iç kargaşa 1966 yılına kadar devam etti; bu süre içerisinde 200 bin insan iç savaşta öldü.

Guatemala maden rezervleri açısından dünyanın en büyük kaynaklarına sahip ülkeler arasında yer almaktadır. 1966 yılında imzalanan barış antlaşmasından sonra gelen iktidarın ilk aldığı karar, yabancı maden firmalarına topraklarında maden arayıp çıkarma izni vermek oldu.

16.yüzyılın başında ülkeye altın aramak için gelen İspanyol işgalcilerden beri Guatemala’nın zengin maden yatakları başta altın olmak üzere global maden firmalarının iştahını kabartmaktadır

Bu ülkede çıkarılan madenlerin yıllık değeri 41 milyar dolar civarındadır; bu rakam resmi kayıtlara yansıyan rakamdır. Global firmaların bu rakamları her zaman değerinden az gösterme eğilimde oldukları dikkate alındığında bu kaynakların boyutu daha iyi anlaşılacaktır.

"… Maden şirketleri, kazanç olarak ellerine geçen her 100 dolardan geriye, yani ülkeye 1 dolar bırakmaktalar. Başka bir deyişle, utanılacak bir yasadan, bozguncu bir yasadan, her şeyini peşkeş çeken hükümetlere layık bir kanundan bahsediyoruz. Üstüne üstelik, bu verdikleri % 1 de yarıya bölünmektedir. Etkilenen yerel halka % 0.5 veriliyor, öteki % 0.5 de devlete gidiyor” (51).

g– SUUDİ ARABİSTAN

1974’de sona eren petrol ambargosunun hemen arkasından “Washington, Suudiler ile müzakerelere başlayarak, onlara petro–dolarlar ve en önemlisi ‘bir daha petrol ambargosu olmayacağı’na dair güvenceleri karşılığında; teknik destek, askeri teçhizat, eğitim ve ülkelerini 20. yüzyıla taşımak için bir fırsat önerdiler. Müzakereler olağandışı bir kuruluşun yaratılmasına neden oldu. Birleşik Devletler–Suudi Arabistan ortak ekonomik komisyonu JECOR olarak bilinen bu kuruluş, geleneksel dış yardım programlarının tam tersine, yepyeni bir kavramı içeriyordu: Suudi Arabistan’ı imar edecek Amerikan şirketlerinin tutulması için Suudi parasını kullanmak.

"…İşim, altyapısı için büyük miktarda paralar harcanırsa, Suudi Arabistan’da neler olabileceğine dair tahminler oluşturmak ve o parayı sarf etmek için senaryolar yaratmaktı.

ABD tarafından, mühendislik  ve inşaat şirketlerini de içerecek şartlar altında, Suudi Arabistan ekonomisine yüzlerce milyon dolar aşılamayı haklı çıkartmak için yaratıcılığımı sonuna kadar kullanmam isteniyordu.

… Ham petrolü, ihraç edilebilir mamul ürüne çevirmeye odaklı bir endüstriyel sektör yaratmak için para tahsis edilecekti. Çölün ortasında büyük petro–kimya tesisleri ve onların etrafında da devasa sanayi tesisleri yükselecekti. Doğal olarak böyle bir plan yüzlerce megawatlık elektrik üretim kapasitesinin, enerji nakil ve dağıtım hatlarının, otoyolların, boru hatlarının... bir dizi hizmet endüstrisinin ve tüm çarkların dönmesi için elzem olan altyapının da inşasını gerektirecekti.

… Gerçek hedefler ise hep aklımda idi. ABD şirketlerine yapılacak ödemeyi azami dereceye çıkartıp, Suudi Arabistan’ı Birleşik Devletlere giderek daha bağımlı hale getirmek...

Yeni geliştirilecek projelerin hemen hepsinin sürekli güncelleme ve bakım ihtiyaçları olacaktı. Bunları ancak o projeleri geliştiren firmalar karşılayabileceklerdi” (52).

Bu projenin uygulanabilmesi için ABD’nin Suudilerden istediği bir şart vardı.

“Suudi Arabistan petro–dolarlarını ABD devlet tahvili almak için kullanacak, karşılığında ise bu tahvillerden elde edilecek faiz gelirleri ABD Hazine Bakanlığı’nca Suudi Arabistan’ın bir ortaçağ toplumu olmaktan çıkıp, modern ve sanayileşmiş dünyaya adım atmasını sağlamaya yönelik olarak kullanılacaktı.

… Bu sistem, Suudi parasının Amerikan ekonomisine geri dönmesini garanti ediyordu.

… Bu anlaşmaların neticesinde Suudilerin bazı uluslararası hukuka aykırı hareketleri de ABD tarafından gözardı edilmekte idi: “Suudilerin uluslararası terörizmi finanse etmede oynamasına izin verilen roldü.  

Birleşik Devletlerin 1980’lerde, Usame bin Ladin’in Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü Afgan savaşını Suud ailesinin finanse etmesini istemesi gizli bir şey olmadığı gibi, Riyad ve Washington, birlikte mücahitlere  yaklaşık 3,5 milyar dolar vermişlerdi” (53).

11 Eylül saldırılarının ardından, “Ekim 2003’de Vanity Fair dergisi ise ‘Suudileri Kurtarmak’ başlıklı ayrıntılı raporda şunları yazıyordu:

Bush ailesi ile Suudi hanedanı ve Bin Ladin ailesi arasındaki ilişkiler hakkında ortaya çıkan öykü beni şaşırtmadı. Bu ilişkilerin en azından, 1974’de başlayan Suudi Arabistan para aklama olayına, Bush’un, ABD’nin Birleşmiş Milletler elçisi olduğu zamana ve sonra da CIA Başkanı olduğu döneme kadar gittiğini biliyordum.

11 Eylül’den sadece günler sonra, Bin Ladin ailesi üyeleri dahil, bazı zengin Suudiler özel jetlerle ABD dışına çıkartıldılar. Kimse bu uçuşların yetkilendirilmesini üstlenmiyordu ve yolcular sorgulanmadı” (54).

h– IRAK

“1980’lerde Bağdat’taki ET varlığı çok güçlü idi… Irak, Amerikan teknolojisi ve mühendislik becerileri açısından devasa bir pazar idi. Dünyanın en büyük petrol sahalarından birinin üstünde olduğu gerçeği, çok büyük altyapı ve endüstrileşme programlarını finanse edecek durumda olduğunu garanti ediyordu. Mühendislik ve inşaat firmaları, bilgisayar sistemleri sağlayıcıları vs. Irak’a odaklanmıştı.

Ancak 1980’lerin sonunda, Saddam’ın ET senaryosunuyutmadığı ortaya çıktı.

Panama gibi Irak da, Bush’un kişiliksiz imajına katkıda bulunmuştu. Saddam, onun ekmeğine yağ sürerek 1990 Ağustos ayında petrol zengini Kuveyt şeyhliğini istila etti.

Bush kendisinin de Panama’yı yasadışı ve tek taraflı olarak işgalinin üzerinden 1 seneden az bir süre geçmiş olmasına rağmen, Saddam’ı uluslararası hukuku ihlal etmekle suçlayarak karşılık verdi.

… Son tahlilde bu sadece Bileşik Devletler ile ilgili değildi. Küresel imparatorluk tam adı gibi olmuştu. Tüm sınırları aşıyordu. Demokrasi, sosyalizm ve kapitalizm gibi kelimelerin artık modası geçmeye başladı. Şirketokrasi bir gerçek olmuştu ve giderek dünya ekonomisi ve politikasında kendini en büyük etken olarak öne çıkartıyordu” (55).

"Dünya, standart para birimi olarak doları kabul etmeye devam ettiği sürece, bu aşırı borç, şirketokrasi için ciddi bir engel oluşturmaz. Ancak başka bir para birimi gelip de doların yerini almaya kalkacak olursa ve Birleşik Devletlerin alacaklılarından bazıları, alacaklarını istemeye karar verirlerse, bu durum radikal olarak değişir” (56).

28– Bkz. www.imf.org /external/pubs/ft/ 2006/02/pdf
29– Bkz. Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken– Hasan Tahsin, Aksoy Yay.
30– Mustafa Çınkı, Rant Lordları, s. 419
31– Bülent Bilmezcan, Demiryolundan Petrole Chester Projesi, Tarih Vakfı Yurt Yay.
32– John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, s. 44
33– J. Perkins, age., s. 5
34– J. Perkins, age., s. 43
35– J. Perkins, age., s. 17–18
36– John Perkins, age., s. 21–22
37– Mustafa Çınkı, www.kemalist.org
38– J. Perkins, age., s. 52
39– J. Perkins, age., s. 69–90
35– J. Perkins, age., s. 17–18
36– John Perkins, age., s. 21–22
40– J. Perkins, age., s. 18
41– J. Perkins, age., s. 19–20
42– J. Perkins, age., s. 223
43– J. Perkins, age., s. 96–100
44– J. Perkins, age., s. 160
45– J. Perkins, age., s. 223–246
46–  Nalca, cilt 39, sayı 4, Ocak–Şubat 2006
47– Green Left Weekly’den, Venezüella: ABD Devrime Saldırıyor –Stuart Munckton, 24 Şubat 2006
48– J. Perkins, age., s. 20
49– J. Perkins, age., s. 281
50– J. Perkins, age., s. 115–116
51– Bkz. Guatemala’da Altına Çok Uluslu Hücum, B. Witte – 05 Temmuz 2005, Nalca Report on the Americas. 2005 Temmuz–Ağustos; www. nacla.org/art_display. php?art=2574
52– J. Perkins, age., s. 129–134
55– J. Perkins, age., s. 256–259
56– J. Perkins, age., s. 295–296
53– J. Perkins, age., s. 138–145
54– J. Perkins, age., s. 146–147